DİP MK Bildirisi: Ne istibdad ne darbe! Zincirsiz kurucu meclis!
Referandum sonrasında karşı karşıya olduğumuz tablo sermaye ve emperyalizm tarafından zincire vurulmuş bir Türkiye tablosudur. Referandum sonrasında tecelli etmiş bir milli irade yoktur. Milli iradenin zincire vurulması söz konusudur. Sandıktan siyasi kriz çıkmıştır. Sermaye ve emperyalizm bu krizi kendi çıkarlarını dayatmak için değerlendirmektedir. Erdoğan ve AKP’nin istibdad cephesine de onun karşısındaki burjuva muhalefetine de kendi programını dayatmaktadır.
Erdoğan ve AKP’nin Türkiye’ye dayattığı gelecek Cumhurpatronluğu’dur. Bu gelecekte işçi ve emekçiye hürriyet yoktur, sermayenin ve emperyalizmin çıkarlarına göre dizayn edilmiş bir istibdad vardır. Erdoğan ve AKP’nin karşısındaki burjuva seçenekler de farklı bir gelecek vaat etmiyor. 2019’u bekleyelim, Erdoğan’ın karşısına güçlü bir aday çıkaralım diyenler zincirlenmiş Türkiye’nin başına Abdullah Gül ya da Meral Akşener gibi sermaye ve emperyalizm yanlısı bekçiler dikmenin peşinde. Bu cephe, siyasi kriz derinleşirse NATO’cu bir askeri darbe seçeneğini de hazırda tutuyor. Kendini hayır cephesinin şampiyonu ilan eden CHP ise Erdoğan’ın ve AKP’nin istibdadından daha çok halkın zincirlerini kırmasından korkuyor. Bu gerici seçeneklerden hiçbiri Türkiye’nin emekçi halkına ve ezilenlere eşitlik, adalet ve hürriyet vaat etmiyor.
Emekçi halkın, kardeş kavgasını körükleyip ulusu paramparça edenleri, sermayenin ve emperyalizmin çıkarını güdüp kendi iradesine zincir vuranları şikâyet edeceği bir yargı yoktur. 1920’de Milli Mücadelenin kurduğu TBMM’nin yerinde ise yeller esiyor. Bırakın halkın derdine derman olmayı, Ankara’da içi boş bir binaya dönüşen meclisin 1908’in Meclis-i Mebusan’ı kadar bile hükmü yok artık.
Bugün Türkiye’de eli sopalı parlamentarizmin, parlamentarizmi gitmiştir. Sermaye düzeninin partilerinin iç kavgası, emekçi halkın sırtına vurulacak sopayı ele alma kavgasıdır. Bu yüzden toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi halk hürriyete giden yolu kendi bileğinin gücüyle, dişiyle tırnaklarıyla açmak zorunda. Sırtında kambur olarak taşıdığı düzen partilerini atmak zorunda. Paramparça olmanın eşiğindeki ulusu yeniden birleştirmek için ileri atılmak, vazife almak zorunda.
Tarihte devrimlerle elde edilmiş demokratik mevziler, sermaye ve emperyalizm tarafından zapt edilmişse bu mevziler emekçi halkın devrimci seferberliği ile yeniden kurulmak zorunda. Türkiye’yi Abdullah Güller, Meral Akşenerler, Tayyip Erdoğanlar ya da NATO generalleri arasında tercih yapmaya zorlayan çürümüş düzenin çarkları arasında kaybolmak bir kader değildir. Fabrikadan, tarladan, mahalleden, okuldan başlayarak halkın zincirlerini kırdığı, tüm partilerin, partileşmemiş siyasi inisiyatiflerin, emekçi halkın mücadele içinde oluşturduğu öz örgütlenmelerin katılacağı, paranın, polisin, korucunun, aşiret reisinin değil emekçi halkın denetiminde, barajsız özgür seçimlerle oluşturulacak bir kurucu meclis tek çıkar yoldur. Türkiye’nin tarihindeki kurucu meclisler 1908 ve 1920’de, Hürriyet devrimi ile ve Milli Mücadele ile kurulmuştur. 2017’de zincirsiz bir kurucu meclise gidecek devrimci mücadelede ulusa önderlik edecek olan ise ezilen halklarla birlik ve kardeşlik içindeki Türkiye işçi sınıfı olacaktır.
İstibdad cephesi kaybetmiştir ama henüz halk kazanmış değildir
Yüksek Seçim Kurulu (YSK) mühürsüz oyların geçerli sayılacağına dair tutumuyla kanunu açıkça çiğnemiştir. Bu yasa dışılık başta Kürt illeri olmak üzere açık oy gizli sayım yapıldığına dair görüntülerle, herhangi bir yaptırımla karşılaşmayacağını, tam tersine iktidar tarafından mükâfatlandırılacağını düşünerek girdiği kabinde silah gösterirken veya arabasında evet mührü ve pusulasıyla toplu şekilde “evet”e mühür basarken fotoğraflarını, videolarını çektiren insanlarla birlikte değerlendirilmelidir. Buna benzer sayısız vaka referandumun meşruiyetini toptan ortadan kaldırmıştır. Elbette ki bu noktaya anayasaya aykırı şekilde açık oylama yapılan TBMM’den başlayarak devletin parasının “evet”e harcandığı, sopasının ise “hayır”ın üzerinden eksik edilmediği, OHAL rejimi altındaki bir propaganda sürecinden geçerek geldik. Öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşananların ışığında, bu referandum tarih ve toplum nezdinde meşruiyetten yoksundur.
Tüm bunlar ortada iken “atı alan Üsküdar’ı geçti” oldubittisiyle referandum sonuçları halka dayatılmak istenmektedir. Oysa referandum olmuş ancak bitmemiştir. Hukuki süreç sürmektedir ancak esas önemli olan bu süreç değildir. Halkın tamamen güvenini yitirdiği YSK ve yargı organlarının kararları ne olursa olsun, “Cumhurpatronluğu” olarak adlandırdığımız istibdad rejimi doğrultusunda atılacak her adım gayrimeşru bir dayatma olacaktır. 24 milyon insanın hayır oyu sadece bir sayı, yüzde 48,6 ise sadece bir oran değildir. Referandum sürecinde hayır demek görüşünü açıklamanın ötesine geçmiş, bedelleri göze alan bir mücadelenin ifadesi olmuştur. Sandıklara atılan her hayır oyu, baskılara rağmen bir irade savaşıdır. Sandıklar açıldıktan sonra bu oylara sahip çıkmak ise sadece oyuna değil ülkesine ve geleceğine sahip çıkan halkın istibdada karşı direnişidir.
Hayırın gücü büyük kentlerden geliyor. İşçi kentlerinden geliyor. Köylülerin daha üretken ve modern kesimlerinden geliyor. Kentlerin, işçi sınıfının Türkiyesi, kırsal Türkiye’nin kıskacında kalmıştır.
Referandumun hukuki sonuçları değil ama siyasi sonucu kesinleşmiştir. İstibdad cephesi halkın haklı direnişi karşısında kaybetmiştir.
Ancak istibdadın siyasi mağlubiyeti henüz halkın zaferi mânâsına gelmemektedir. Bu anlamda, 16 Nisan referandumunun kesinleşen bir diğer sonucu da siyasi krizdir. Erdoğan ve AKP, 17 Nisan itibariyle karşısında yönetilemez bir ülke bulmuştur. Türkiye yıllarca sürecek bir rejim krizi ile karşı karşıyadır. Üzerine zorla giydirilmiş bir deli gömleği gibi gayrimeşru bir rejim karşısında toplum bu suni cendereden nasıl kurtulabileceğini arayıp duracaktır.
Oldukça düşük bir toplumsal onay ile hem de üzerinden şaibe kalkmamış bir referandum sonucuna dayanarak başkanlık sistemi doğrultusunda atılacak her adım krizi daha da derinleştirecektir. Derinleşen siyasi krize işçi sınıfı ve emekçilere dayanan devrimci bir çözüm bulunmaz ise, içine girdiğimiz çıkmaz, bir yanda istibdadın farklı biçimleri ve dereceleri, diğer yanda askeri bir darbe ve diktatörlüğün türevleri olmak üzere Türkiye’yi adım adım iki gerici alternatifle karşı karşıya bırakacaktır.
Geçtiğimiz dört yılda yaşananlar bunun ispatı olmuştur. Yolsuzluk soruşturmaları bir delil karartma rejimiyle, AKP’nin tek başına iktidarı kaybettiği 7 Haziran seçimleri ise 1 Kasım hayalet seçimiyle sonuçlanmıştır. Hâkim sınıfların kendi arasındaki iktidar kavgasının yıllar sonunda gelip dayandığı yer de 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimi olmuştur. Dünya on yıldır dinmeyen büyük bir ekonomik kriz yangınında kavrulurken Türkiye de içinden geçtiği siyasal buhranın katkısıyla gizliden gizliye bir ekonomik krizin pençesinde kıvranıyor. Ortadoğu tam bir ateş çemberine dönmüş durumda, kalkan diye başlayıp bir kapana dönüşen operasyonun sonuçlarından kurtulmak için yeni askeri maceralar ufukta belirdi. Bir yandan da tüm bu tabloya ağzını açtığında boğazına sarılan baskıyı reddeden halkın Gezi ile başlayan isyanı, mütemadiyen aşağılanmayı sineye çekemeyen Kürtlerin Kobani serhıldanı, işsizlik ve pahalılıktan beli bükülen işçi sınıfının her an bir volkan gibi patlamaya hazır ruh hali eklenmelidir. Bu kadar büyük basınçlar altında, en cılız biçimi altında dahi olsa demokrasi, emekçilerin kanını emen düzen için taşınamaz bir yük haline gelmiştir.
Yargı ve parlamento yok hükmündedir!
Türkiye’de bugüne kadar varlığını sürdürmekte olan eli sopalı parlamenter rejim artık mevcudiyetini yitirmiş durumdadır. Parlamentarizm tüm kurum ve yapılarıyla büyük ölçüde ortadan kalkmaktadır. Yasa yapmakla görevli Meclis’in çıkardığı kanunun YSK tarafından tanınmadığı bir durumda parlamentonun hiçbir hükmü kalmamış demektir. YSK’nın kararına itiraz için gidilecek merci olması muhtemel olan Anayasa Mahkemesi (AYM) ise anayasaya aykırılığı açık olan OHAL KHK’larını yetkisi olmadığını öne sürüp görüşmeyerek zaten fiilen kendi kendini lağvetmiş durumdadır. Bu KHK’ların arasında, salt örnek diye verelim, daha önce Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği grev yasaklarının olduğu gibi geri getirildiği maddeler de, YSK’nın tek yanlı yayın yapan medya kuruluşlarına ceza verme yetkisinin kaldırılması da vardır. Oysa yürürlükteki anayasa OHAL’in ilanıyla ilgisi olmayan KHK çıkarılmasını yasaklamaktadır. Anayasaya aykırılığın denetimi de Anayasa Mahkemesi’nin görevidir.
Devrimci İşçi Partisi, daha önce Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın, Fethullah Gülen cemaatinin yuvası olduğu için kapatılan Polis Akademisi’nin eski başkanı olması dolayısıyla Erdoğan-AKP aleyhine tek bir karar dahi alamayacak şekilde rehin alınmış olduğunu gündeme getirmişti. Bu anlamda Zühtü Arslan’ın, tam da referandum sonuçları üzerinde kıyamet kopmuşken ve YSK kararlarının AYM’ye götürüleceği tartışılırken soluğu tebrik için sarayda almasında haliyle şaşırılacak bir yan yoktur. YSK Başkanı Sadi Güven’in ise, cemaatin yargıdaki karargâhı olarak adı çıkmış Türkiye Adalet Akademisi’nin yönetim kurulu üyeliğini yapmış olması da aynı doğrultuda bir veridir. Cemaatçi ya da değil bilemeyiz ama Sadi Güven de Erdoğan ve AKP aleyhinde bir karar verdiği ya da AKP’li bir yetkilinin “mühürsüz pusulalar geçerli sayılsın” itirazını anında kabul etmediği zaman “FETÖ’cü” yaftası yiyecek olanlardan... Yani o da rehin. CHP’nin referandum sonucunun kesinleştirilmesine karşı başvurduğu Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’ü ise Erdoğan karşısında cübbesinin olmayan düğmelerini iliklemeye çalışmasıyla hatırlıyoruz. Tüm bu isimlerin hepsinin bir arada (Yargıtay başkanı da dâhil olmak üzere) Rize’de Erdoğan’la birlikte çay toplama etkinliğine katılmış olduğunu da asla unutmuyoruz.
Meclise gelince, “Kanun Hükmünde Kararnameler”le yönetilen bir ülkede meclis yeni anayasa yürürlüğe girmeden önce bile yok hükmündedir. Parlamento hiçbir sorunun çözüm yeri değildir. Parlamenter sistemde başbakan meclise karşı sorumludur. Erdoğan’ın Ahmet Davutoğlu’na yaptığı gibi, cumhurbaşkanı başbakanı meclise hiç danışmadan görevden alıyorsa, ona parlamenter sistem denmez. Eli sopalı parlamentarizmin parlamentosu gitmiş, geriye sadece sopa kalmıştır. Bugün yaşanan siyasi kriz giderek sopanın kimin elinde olacağı sorusuna indirgenmektedir.
TÜSİAD muhtırası, diktatörlüğün programıdır
Sopa kimin elinde olursa olsun bu sopanın nereye vuracağını büyük burjuvazi ve emperyalizm tayin edecektir. Siyasi krizin aktörlerinin hiçbiri kendine has bir program uygulayabilecek, kendi siyasi önceliklerini dayatabilecek güce sahip değildir. İstibdad cephesi bölünmüş şekilde girdiği referandum sürecinden paramparça çıkmıştır. Erdoğan’ın etrafındaki danışmanlar, Davutoğlu taraftarları, Abdullah Gül ve çevresi, açıkça Amerika yanlıları, AKP etrafındaki İslamcı gruplar hepsi birbirine düşmüş durumdadır. Herkes birbirini suçlamakta, rakip gördüğü grubu tasfiye etmesi için Erdoğan’a dilekçeler yollamaktadır.
Erdoğan ve AKP’ye başkanlık referandumu yolunu açan Devlet Bahçeli önderliğindeki MHP siyaseten iflas etmiştir. Hâlâ Erdoğan’a ve AKP’ye desteğini sürdürüyor olsa da bu desteğin hükmü kalmamıştır. Bu haliyle istibdad cephesi kendi öz gücüyle ileriye doğru atılabilecek durumda değildir. Daha önce onlarla ne kadar karşı karşıya gelmiş olursa olsun, içeride TÜSİAD’a, dışarıda ABD emperyalizmine ve NATO’ya yaslanmak zorundadır.
Şayet bir darbe gerçekleşecek olursa bunun faili olacak olan ordu ise 15 Temmuz sonrasında tutuklamalar dolayısıyla ağır kan kaybetmenin yanı sıra, ne güçlü bir toplumsal meşruiyete sahiptir, ne de iç bütünlüğünü sağlayabilmiş durumdadır. Ordunun içinde adeta bir cunta enflasyonu olduğu sezilmektedir. Hatta bu doğrultuda haberler basına kadar yansımaktadır. Bir darbeye ya da farklı biçimler altında bir müdahaleye yeltenirse ordu da TÜSİAD’a, ABD emperyalizmine ve NATO’ya dayanmak zorunda kalacaktır.
Her iki alternatif de halka dayanamaz. Zira halkın iradesi zincire vurulmuştur. Halkın bu zincirlerden kurtulması, aynı zamanda başındaki tüm despotları atmasına giden yolu açacaktır. Bu yüzden TÜSİAD, referandum akşamı sandıklar kapanır kapanmaz tam saat 17:00’de muhtıra vermiştir. Muhtıra gerek istibdada, gerekse olası bir askeri diktatörlüğe program biçmiştir. Bu programın iki ayağı vardır: Birinci ayak esneklik adı altında başta kıdem tazminatı olmak üzere işçi sınıfının tüm kazanılmış haklarını gasp etmek, yapısal reformlar kod adıyla toplumun tüm kaynaklarının sermayenin hizmetine sunulacağı bir özelleştirme taarruzu başlatmaktır. İkinci ayak ise “NATO üyesi Avrupalı ülke” tanımlaması ile Ortadoğu’da ABD’nin askeri olmak, İsrail’in güvenliğine öncelik vermek ve AB başta olmak üzere Batı emperyalizmi ile bütünleşme stratejisini benimsemektir.
AKP yargıyı “FETÖ’cülük” ile rehin almışken, ABD de kendi elinde yolsuzluklar kralı Rıza Sarraf’ı ve Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı’nı tutuyor. Devrimci İşçi Partisi, Sarraf tutuklanır tutuklanmaz bunun bir rehine operasyonu olduğu teşhisini koymuş, ABD’nin Erdoğan ve AKP’yi bununla kendi istediği politikalara çekmeye çalışacağını ifade etmişti. Şimdi Erdoğan’ın harekete geçirdiği eski New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani, mahkemede meseleyi tam da böyle koymuştur. Bakmayın Erdoğan’ın her mitinginde eliyle “Rabia” işareti yapmasına. AKP’nin ABD ve TÜSİAD karşısında manevra alanı son derecede zayıflamıştır.
Zincire vurulmuş bir toplum
16 Nisan referandumunda “hayır” diyen milyonlar gelecek için umuttur. Milyonlar sadece oy atmamış istibdada karşı mücadele etmiştir ve direnmiştir. Ancak bu direniş ve mücadele “evet” oyu veren milyonlara karşı değildir. Bu mücadele Kadıköy’ün Bağcılar’a, Tunceli’nin Bayburt’a, İzmir’in Konya’ya karşı mücadelesi değildir. Her kim ki mücadeleyi böyle bir düzleme çeker, o, burjuvazinin gerici alternatiflerinin eline oynuyor demektir. Bu mücadele toplumun yüzde 99’luk emekçi çoğunluğunun bir avuç sömürücü azınlığa karşı mücadelesidir. O azınlık ki sırtını emperyalizme yaslamış, Beştepe’ye de, Çankaya’ya da, kışlaya da uygulayacağı programı yazıp vermiştir. Bu saldırı programı, referandumda hangi oyu vermiş olursa olsun tüm işçi ve emekçilerin haklarını gasp edecek, her milletten ve memleketten tüm ulusun birikimlerini sermayeye peşkeş çekecek ve emekçi halkın çocuklarını emperyalist savaşlarda ölüme gönderecektir.
Emekçi çoğunluğu birleştirecek olan ise yüzde 1’lik azınlığa ve emperyalizme karşı mücadele olacaktır. Bu mücadele halkın iradesine vurulmuş zincirlerden kurtulma ve egemen olma mücadelesidir.
NATO üyeliği, İncirlik üssü ve diğer tüm emperyalist askeri üsler halkın iradesine vurulmuş birer zincirdir. Bu zincirler varlığını sürdürdüğü müddetçe hangi sandığa ne oy atılırsa atılsın hep kazanan ABD, NATO ve İsrail olmaktadır.
Büyüme tamamen dış borca ve sıcak paraya dayalı biçimde sağlanmıştır. Özel sektörün yüz milyarlarca dolar dış borcu, devletin yüz milyarlarca dolar teminatı ödenecekleri günü bekliyor. Otoyollar, köprüler devlet güvencesi altında yabancı ortaklı müteahhit şirketleri için geçen-geçmeyen araba başına para basıyor. Memleketin tüm birikimiyse Varlık Fonu’na devredilmiş durumda. AB, ABD ve Körfez sermayesi getirdikleri sıcak para ellerinde, bir yandan akbabalar gibi yağma için sırada beklerken bir yandan da iç ve dış politikada ülkenin boynuna zincir vurmaya kalkıyorlar.
Türkiye’nin en stratejik kuruluşu Tüpraş, Koç Holding ve yabancı ortaklarına satılmışken, KİT’lerden devlet bankalarına satılmadık kuruluş kalmamışken, Gümrük Birliği ile dış ticaret yabancı sermayenin insafına terk edilmişken, halk hangi sandıkta kime oy atarsa atsın kazanan hep büyük patronlar, bankalar ve para babaları olmaktadır. Halkın iradesi sermayenin boyunduruğu altındadır.
Grev hakkı yürütme organının iki dudağı arasından çıkacak yasaklama kararına bağlıyken, kıdem tazminatından taşeron sorununa kadar her şey KHK’lara bile konu yapılabilecekken, işçi sınıfının elleri kolları zincirle bağlanmış demektir.
Her an işten atılma, sürülme tehdidi altında yaşayan öğretmeninden vergi memuruna, yargı mensubundan sağlıkçısına kamu çalışanları halka değil iktidar partisine ve giderek tek adama kul olmaya zorlandığında, biat etmeyene 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’ndaki iş güvencesi tasfiye edilerek sopa gösterildiğinde, aslında tüm millete istibdadın tebaası olmak dayatılmış olmaktadır.
Kronik işsizlik, enflasyon ve döviz kurlarındaki artış sebebiyle bir türlü iki yakası bir araya gelmeyen emekçiler sürekli borç batağına mahkûm edilmiş durumda. Borç yiğidin kamçısı değil işçinin sesini çıkarmasını engelleyen prangadır. İşsizlik kaygısı yüzünden emekçi, patronu ne emrederse, iktidar ne dilerse onları yapmaya mecbur edilmiş durumdadır.
16 Nisan’da bir kez daha gördük ki ağanın, aşiretin olduğu yerde halkın iradesi yoktur. Aşiretlerin mensupları adına “evet” oyu vereceğini açıklaması ve ardından devletin gözü önünde toplu şekilde kullanılan oylar sonuçlara büyük etki etmiştir. Ağaların, aşiretlerin etkin olduğu yerlerde evet oyları katlanmıştır. Köylüye vurulmuş ağalık ve aşiret prangası tüm ulusa vurulmuş bir zincirdir.
Yine Kürdün esareti aynı zamanda Türkün boynuna vurulan zincir olmuştur. AKP, MHP ve CHP’nin oylarıyla kaldırılan dokunulmazlıklar sonucunda Demirtaş ve Yüksekdağ dâhil 13 HDP’li milletvekili tutuklanmış aynı furya içerisinde 27 il ve 84 ilçe eş başkanı, 750’yi aşkın yöneticisi ve 85 belediye başkanı içeri atılmıştır. Meydan ağalara, aşiretlere, Hizbullah’a, Hüda-Par’a kalmış, sonuçta o meydanda sadece Kürtlerin değil Türklerin de iradesi boğulmuştur.
Yüzde 99’u seferber edelim! Zincirsiz kurucu meclis için ileri!
Türkiye bu zincirlerden kurtulmadan emekçi halkın hiçbir sorunu çözüme kavuşamaz. Tam tersine yaşanan sorunlara yeni ve daha büyük sorunlar eklenir. Emperyalizm ve sermaye zincire vurulmuş halka hem ekonomik krizin hem savaşların acı faturasını ödetecektir. Ya istibdad ya da darbe yoluyla bunu yapacaktır.
Biz ise “ne istibdad, ne darbe!” diyoruz. İkisi de halkın ve tarihin nezdinde gayrimeşrudur. Tek meşru seçenek halkın iradesi üzerindeki zincirlerin kırıldığı bir ortamda doğabilir. Halkın zincirsiz iradesi ise ancak barajsız, tüm partilere eşit haklar ve propaganda olanakları sağlanan, denetimini halkın kendi öz örgütlenmeleriyle sağlayacağı zincirsiz bir kurucu meclis seçimiyle ifadesini bulabilir.
Eksiksiz siyasal özgürlük sağlaması gereken yeni bir rejimi en temelden oluşturmak göreviyle karşı karşıya kalacak olan kurucu meclisin kaderi, son kullanma tarihi geçmiş mevcut düzenin partilerine terk edilemez. Bunlar işe yaramazlıklarını daha referandum öncesinde, sırasında ve sonrasında zaten ispat etmişlerdir. Eldeki yapı ile erken seçime gitmek Türkiye’yi yeni bir sopalı seçime götürmek, 2019’u beklemek ise istibdad rejiminin inşasına iskele olmak demektir. Artık halkın kendisinin oluşturacakları hariç hiçbir kurumun gözetimindeki seçimlere umut bağlanamaz.
Emekçi halkın iradesini egemen kılmak, bu egemenliği bağlayan tüm zincirleri kırmak için derhal kimi ek tedbirler alınmalıdır. Aksi takdirde oluşturulacak kurucu meclisin kurma yetkisi de kurma gücü de sınırlı olacaktır. Bu durumda, ya yine yüzde 1’in yüzde 99 üzerinde hâkimiyeti yeni bir biçimiyle tesis edilmiş olacaktır ya da emekçi halkın hiçbir gerçek sorununu çözmeye kudreti olmayan bir toplam ortaya çıkacaktır. Artık çıkmaz sokaklarda kaybolma lüksümüz yok.
İşçi sınıfı her fabrikada, her işyerinde kendi zincirsiz referandum sandıklarını kurmalı, sendikasını seçmeli, gerektiğinde yenisini kurmalı, örgütlenmeli ve halkın iradesi üzerinde sermayenin gölge etmesine müsaade etmemelidir.
Kamu emekçileri daha fazla örgütlenmeli, haklılığından, meşruluğundan ve hizmet üretiminden gelen gücünü kullanmalı, zorba iktidarın tahakkümüne karşı emekçi halkın sesi olmalıdır.
Türkiye’nin kavgası eğitimlinin eğitimsizle kavgası değildir. Yoksul köylünün ağanın boyunduruğundan, üniversite öğrencisinin YÖK’ün sultasından kurtulmak için verdiği mücadele aynı oranda haklıdır ve ortak bir davanın parçasıdır.
Kürdün eşitlik talebine tüm emekçi halk sahip çıkmalıdır. Savaş politikaları ve emperyalist güdümlü açılımlar Türk ve Kürt halkının iradesine vurulmuş zincirlerdir. Kürtlerle barış emperyalizmle savaş gerçek çözümün anahtarıdır.
İktidarın Trump’tan, muhalefetin Merkel’den medet umduğu emperyalist güdümlü kayıkçı kavgasının yerini tüm emekçi halkın emperyalizme karşı seferberliği almalıdır. İncirlik ve diğer emperyalist üsler kapatılmalı, Türkiye NATO’dan ve Gümrük Birliği’nden çıkmalı, İsrail ile tüm ilişkileri kesmelidir.
Dış borç tamamen reddedilmelidir. Köprüler, otoyollar, şehir hastaneleri, kimin elindeyse onun düdüğünü çalan özel eğitim kurumları derhal bedelsiz olarak kamulaştırılmalıdır.
Bankaların, sigorta şirketlerinin halkı soyduğu yeter hepsi kamulaştırılmalıdır. Emekçilerin bir türlü geçinecek düzeye ulaşmayan ücretler yüzünden mahkûm oldukları borçlar silinmelidir.
Ücretler yoksulluk sınırının üzerine yükseltilmelidir. Pahalılığı engellemek için aracıların, komisyoncuların piyasa hâkimiyetine son verilmelidir. 6 saat iş günü ile var olan işler bölüştürülmeli ve işsizlik tarihten silinmelidir.
Sermayeye ve emperyalizme karşı yüzde 99’un seferberliği içeride kardeş kavgasının, dışarıda emperyalist savaşlara asker olmanın tek ilacıdır. İstibdadı yenecek, darbeyi engelleyecek tek güç bu seferberlikle açığa çıkabilir. Böyle bir seferberliğin somut ve meşru siyasi hedefi zincirsiz bir kurucu meclis olacaktır. Ama zincirler kalktıkça, sermayenin istibdadının yerine işçi sınıfının emekçiler ve ezilenlerle birlikte kendi iktidarını kurmasının da yolu açılacaktır.
Devrimci İşçi Partisi Merkez Komitesi