DİP 4. Kongre Belgeleri (1): Üçüncü Büyük Depresyon, Üçüncü Dünya Savaşı, Üçüncü Dünya Devrimi
Gerçek gazetesi ve internet sitesinde daha önce haberleştirdiğimiz Devrimci İşçi Partisi'nin 4. Kongresi'nin kararlarından dünya durumunun analizi ve proleter devrimciler açısından bu analizden çıkan görevlerin yer aldığı kararı aşağıda yayınlıyoruz.
1. Emperyalist dünya 2008 yılında Lehmann Brothers'ın iflası ile ortaya çıkan finansal çöküntünün ardından bir büyük depresyon içerisine girdi. Geçen zaman zarfında dünya kapitalizminin merkezi güçleri olan emperyalist ekonomiler devletler bankaları ve finans sektörünü kurtarmak için trilyonlar harcamasına rağmen depresyonun etkisiyle köklü bir durağanlık yaşamıştır. 2008'den bu yana dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD ortalama olarak sadece yüzde 2 büyüyebilmiştir. Avrupa emperyalizminin kalbi Avro bölgesi yüzde yarımlık bir ortalama büyüme tutturabilmiştir. Zaten 1990’dan bu yana durgunluk yaşayan Japon emperyalizminin ise 2008'den bu yana büyüme ortalaması tam olarak sıfırdır. Saydığımız emperyalist merkezlerde reel faizler sıfırın altında olmasına rağmen hiçbir şekilde yatırımlar canlanmamakta, ekonomi durgunluktan kurtulamamaktadır. Uzun bir dönem boyunca dünya ekonomisini ileriye çeken tek odak olan başta Çin olmak üzere Brezilya ve Hindistan gibi büyük ve gelişmekte olan ekonomilerde de son yıllarda ciddi yavaşlama emareleri gözlemlenmektedir. Kapitalizmin iç çelişkilerinin bir ürünü olan kâr oranlarının düşme eğilimi yasası depresyonun arkasındaki temel mekanizmadır ve tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Kısa dönemli olan ve kapitalist ekonominin dönemsel iniş çıkışları içinde değerlendirilebilecek ekonomik daralmalardan (resesyon) farklı olarak dünya kapitalizmini hakimiyeti altına alan bu depresyondan çıkış ulusal ve uluslararası piyasaların kendiliğinden işleyiş mekanizmalarıyla gerçekleşemez. Üçüncü Büyük Depresyon dünya çapında ve tek tek ülkelerde büyük toplumsal, ekonomik, siyasal ve askeri çalkantılarla dolu bir dönemi açmıştır.
Keskinleşen sınıf çelişkileri ve sınıf mücadelesi
2. Üçüncü Büyük Depresyon koşullarında burjuvazi tıkanan sermaye birikimini yeniden canlandırabilmek için artı değer oranını yani sömürüyü arttırmak için her yerde işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına saldırmaktadır. İş güvencesini kaldırmak, yarı zamanlı, çağrı üzerine, özel istihdam büroları aracılığıyla vb. esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştırmak, sendikasızlaştırma, sağlık, eğitim ve istisnasız tüm kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi burjuvazinin sınıf saldırısının odak noktalarıdır. İşçi sınıfı bu saldırılara karşı savunma konumundadır. Ancak depresyonun keskinleştirdiği çelişkiler bu kazanımların savunusunda sosyal diyalogcu, sınıf işbirlikçi, uzlaşmacı, pazarlıkçı yaklaşımları etkisiz kılmaktadır. Kriz sermayenin işçi sınıfına sus payı kabilinden verebileceği tavizleri son derece sınırlı hale getirmiştir. İşçi sınıfını kazanımlarını ancak daha sert mücadelelerle grevi, işgali ve farklı direniş biçimlerini kararlılıkla ortaya koyarak koruyabilir. Bu mücadeleler karşısında burjuvazi sadece ekonomik gücüne, sarı sendikaların yatıştırıcı rolüne güvenemez, mutlaka devlet aygıtını kendi yanında devreye sokmak zorundadır. Bu da depresyon döneminde işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin hızla siyasallaşma potansiyeli göstermesi demektir.
3. Fransa'da 2016 Nisan ayında esnekleştirme getiren ve iş güvencesine saldıran iş yasasına karşı uzun erimli bir mücadele ve grev dalgası yaşandı. Hükümet önce bazı maddeleri törpüledi; buna rağmen yasanın bütününü ancak anayasanın özel bir anti-demokratik hükmünden yararlanarak parlamentoyu devre dışı bırakma yoluyla geçirebildi. Yunanistan'da krizin faturasını emekçi kitlelerin üzerine yıkmaya çalışan Avrupa Birliği'ne karşı büyük işçi mücadeleleri Syriza'yı iktidara taşıdı. 2016 yılı boyunca mücadeleler işçi ve emekçi kitlelere sırt çeviren işbirlikçi Syriza hükümetine karşı da hız kesmeden devam etti. Yine Eylül ayında Hindistan'da "yapısal reform" adı altındaki liberal sınıf taarruzuna karşı 180 milyon işçinin katılımıyla dev bir genel grev düzenlendi. Meksika'da neoliberal eğitim reformu, milyonlarca kamu çalışanının başını çektiği grevler ve mücadelelerle karşılandı. 13 öğretmenin polis kurşunuyla katledildiği bu eylemler, göstermelik genel grev ilanlarının çok ötesine geçen bir mücadeleciliği ve devrimci bir potansiyeli gösteriyor. Türkiye’de 2015 Mayıs-Haziran aylarında yaşanan fiili ve kısmen işgalli metal grevinin sektördeki etkisinin henüz silinmemiş olduğunun belirtileri son EMİS mücadeleleri sırasında ortaya çıkmıştır.
Üçüncü Büyük Depresyon ve siyasal kutuplaşma
4. Toplumlar, merkezinde proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının yer aldığı kutuplaşmanın keskinleşmesi eğilimi göstermektedir. Siyasal alanda bu kutuplaşma her an, tüm berraklığıyla sosyalizm ve kapitalizmin hesaplaşması biçimini almıyor. Kutuplaşma çok farklı biçimlerde kendini gösterebilmektedir. 2008-2009 yıllarının getirdiği depresyon, 2011'de Tunus ve hemen ardından Mısır'la başlayan ve hızla yayılan Arap devrimi ile birlikte bu kutuplaşmanın üçüncü bir dünya devrimci dalgası yaratmasına sahne olmuştu. Arap devrimini Türkiye'den Brezilya'ya uzanan halk isyanları, krize karşı işçi hareketleriyle iç içe geçmiş biçimde Akdeniz'in kuzey kıyılarında Yunanistan'da Syriza'nın iktidara getirmiş ve İspanya'da öfkeliler hareketini öne çıkarmıştı. Siyasetin sol kanadında göreli olarak daha radikal ve yerleşmiş reformist, burjuvalaşmış sol kalıpları zorlayan eğilimlerin yükselmesi bir olgu olarak öne çıkmaya devam ediyor. Emperyalist merkezlerde, Britanya İşçi Partisi içinde Jeremy Corbyn'in zaferi, ABD'de Bernie Sanders'ın başkan aday adaylığı kampanyası, İspanya’da “Öfkeliler” hareketinin doğurduğu Podemos’un seçimlerde hızla yükselmesi, parlamentarist ve reformist çerçeve içinde kalsa da emekçi kitlelerde radikal politik çözümlere doğru bir eğilimin ilk işaretleri olarak görülmelidir. Solun parlamentoda reformist hareketler aracılığıyla yükselişinin bir de devrimci çeşitlemesi vardır: Arjantin’de üç devrimci Marksist partinin kurmuş olduğu FİT, yukarıda sözü edilen öteki deneyimlerden sadece parlamentoda değil mücadelede de ortak etkiler bırakmak bakımından ayrılır. Bir süre durgunluğa giren FİT’in son yapılan büyük stadyum eyleminden sonra yeniden ayağa kalkması ciddi bir olasılıktır.
5. Diğer yandan dünya çapında aşırı sağ, otoriter, ön-faşist ve faşist eğilimlerin güçlendiği görülüyor. ABD'de Trump'ın başkanlık seçimini kazanması bu doğrultudaki çarpıcı bir örnek oldu. Britanya’da Brexit’in referandum zaferi, 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinden birinci parti olarak çıkmış olan UKIP adlı ırkçı partiyi daha da öne çıkardı; Fransa'da ön-faşist Ulusal Cephe'nin yükselişi sürüyor; Hollanda'da Geert Wilders'in aynı doğrultudaki partisi oylarını arttırıyor; Almanya'da ırkçı Pegida hareketi etkinliğini sürdürüyor, AfD adlı ırkçı bir başka parti ise Mart ayında eyalet seçimlerinde ciddi bir başarı sağladı; İtalya’da Kuzey Ligası eski zengin ayrılıkçısı politikasının yerine ön-faşist programı benimsiyor; İsveç, Finlandiya, Belçika ve Slovakya'da benzer partiler siyasal yelpazenin sağ ucunda önemli ve etkili aktörler haline geliyor. Ukrayna'da NATO ve AB destekli cunta iktidar ortağı faşist parti ve çetelere dayanarak varlığını sürdürüyor. Macaristan'da Jobbik, Yunanistan'da Altın Şafak açıkça Nazi sembolleri kullanmaktan çekinmeyen ve ülkelerinde en güçlü üç partiden biri haline gelen faşist hareketler. Polonya'da Hukuk ve Adalet Partisi (PiS) ve Macaristan'da Victor Orban'ın Putin benzeri otoriter "güçlü adam" rejimleri hüküm sürüyor. Ortadoğu'da DAİŞ'te en keskin ifadesini bulan tekfirci mezhepçilik ve Asya'da Filipinler'de kendisini Hitler'le kıyaslamaktan çekinmeyen Duterte'nin barbar rejimi ise her ne kadar emperyalizme bağımlı coğrafyalarda gelişse de gericiliğinin kaynağını son tahlilde emperyalist kapitalist sistemden alan bu sistemin krizinden beslenen yapılardır.
6. Ön-faşist/faşist hareket zaferler dönemine girmiş bulunuyor. 2014’te Ukrayna’da yaşanan altüst oluşta faşist hareket aktif bir azınlıktı. Aynı yılın Mayıs ayında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Avrupa’nın hemen hemen her ülkesinde faşist ve ön-faşist hareketler çok ciddi bir sıçrama gösterdi, üç ülkede (Fransa, Birtanya, Danimarka) seçimden birinci parti olarak çıktı. Ama esas büyük atılım 2016’da geldi: önce Brexit, ardından Trump’ın seçim zaferi bu akımın dünyanın en önemli emperyalist ülkelerinden ikisinde çok büyük bir başarı kazanması anlamına geliyordu. Trump bu akımın siyasi partilerinden farklı olarak örgütlü bir siyasi akımın başında değil, ülkenin iki ana partisinden birinin adayı olarak başa gelmiştir. Devrimci İşçi Partisi, bu yüzden Trump için “serseri mayın faşizmi” deyimini kullanmıştır. Ama gerek UKIP’in tarihi önderi Nigel Farage’ın Trump ile yakın ilişkisi, gerek Fransa’nın Ulusal Cephesi’nin lideri Marine Le Pen’in büyük sevinci (Trump’ın baş danışmanı konumuna getirilen Stephen Bannon’ın “alternatif sağ” olarak anılan Breitbart haber sitesi şimdi Fransa için bir “şube” hazırlığı içine girmiş bulunuyor), Trump’ın bu akımlar ile siyasi akrabalığı konusunda en ufak bir kuşku bırakmıyor. Sınıfsal açıdan bakıldığında, bütün bu hareketlerin ortak yanı şudur: Her biri, kendi ülkesinde, 1970’li yılların ortalarından beri uzun krizin işçi sınıfı saflarında yaşanan işsizlik, yoksullaşma ve sefaletin yarattığı büyük tepkiyi ırkçılığa ve İslam karşıtlığına yönlendirerek güçlenmektedir. 21. Yüzyıl faşizm/ön-faşizminin ayırıcı ve onu çok tehlikeli hale getiren özelliği, işçi sınıfının burjuvazinin “enternasyonalist”, yani küreselci kampı karşısında bu hareketlerin yanında yer almış olmasıdır. Bu durumun ekonomik bakımdan sorumlusu emperyalizm ve kapitalizm ise, siyasi bakımdan sorumlusu 30 küsur yıldır liberalizmin çöplüğünde eşinmekte olan dünya soludur. En başta sosyal demokrasi ve onun peşinden sürüklenmekte olan eski Stalinist hareketler, ama aynı zamanda bunlardan, post-modern kimlik politikasından ve insan hakları emperyalizminden kendini ayıramayan sözde devrimci sol, yani post-Leninizm.
Üçüncü Büyük Depresyon, dağılma ve parçalanma dinamikleri
7. Yine erken bir aşamada üçüncü büyük depresyonla birlikte dünyanın farklı köşelerinde kapitalizmin krizinden doğan dağılma ve parçalanma dinamiklerini öngörmüş bulunuyoruz. DİP, 3. Kongresi bu eğilimi net bir şekilde tespit etmişti. Ukrayna parçalanmıştır. Ortadoğu'da DAİŞ, Sykes-Picot antlaşmasıyla emperyalistler tarafından çizilen sınırlara meydan okur gibi gözükse de yarattığı dinamik Arap ulusunun birliği yönünde değil ümmetçi temellerde ulusun parçalanması doğrultusundadır. Sadece DAİŞ değil, Ortadoğu'da giderek kendini daha belirleyici şekilde ortaya koyan mezhepçi kutuplaşma da dağılma ve parçalanma dinamiklerini kuvvetlendirmektedir. Ukrayna ve Ortadoğu dağılma ve parçalanma dinamiğinin gerici tezahürlerine örnektir. Diğer yandan aynı parçalanma dinamiklerini emperyalist merkezlerde özellikle de Avrupa Birliği'nde görüyoruz. Katalonya'da ve İskoçya'da ayrılma eğiliminin kuvvetlenmesiyle kendini ortaya koymuş olan bu eğilim Britanya'nın referandumla AB'den ayrılmaya karar vermesi sonucunda bambaşka ve üst bir düzeye ulaşmış bulunuyor. Emperyalist bir merkez olarak Avrupa Birliği'nin dağılması, Ukrayna ve Ortadoğu'dan farklı olarak dünya proletaryasının çıkarları açısından ilerici sonuçlar doğurabilir. Yunanistan'da işçi sınıfının kendi burjuvazisinin yanında Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF'den oluşan Troyka'da cisimleşen (şimdilerde buna avro grubu maliye bakanlarından oluşan dördüncü bir güç kazandığı için Kuartet olarak anılıyor) Avrupa emperyalizmi ile mücadele etmek zorunda kalması bunun açık kanıtıdır. Tabii ki AB'nin dağılmasının ilerici sonuçlar doğurması kendiliğinden olmayacaktır. Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri'ni hedefleyen devrimci bir öznel müdahale mutlaka gereklidir. Türkiye de parçalanma ve dağılma dinamiklerinden nasibini almaktadır. Kürdistan sorunu bu dinamiğin merkezindedir. Bu dinamiğin emperyalizmi güçlendirecek şekilde hayata geçmesi ile Ortadoğu devriminin bir parçası olarak gündeme gelmesi, uluslararası proletaryanın çıkarları açısından birbirine zıt duruma işaret eder.
Üçüncü Büyük Depresyon ve Üçüncü Dünya Savaşı
8. Devrimci İşçi Partisi, ilk olağanüstü kongresini dünya çapında bir savaş tehlikesinin yükseldiğini öngörerek yapmıştır. Olağanüstü Kongre 2016 yılının Mart ayında son derece net bir biçimde şu tespiti yapmıştır: "Üçüncü Dünya Savaşı, dolaysız biçimde, somut olarak, elle tutulur yakıcılıkta bir tehlike hâlini almış bulunuyor." Olağanüstü Kongre, savaşın coğrafyaları olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika'yı, eski Sovyet Cumhuriyetleri'ni, Doğu ve Güneydoğu Asya'yı ve Müslüman Afrika'yı analiz etmiş, tüm bu coğrafyalardaki gelişmeler yaklaşan savaşa ilişkin tespitlerimizi doğrulamış ve güçlendirmiştir.
9. Üçüncü Dünya Savaşı'nı insanlığın karşısına somut ve güncel bir tehdit olarak çıkartan temel olgu kapitalizmin büyük depresyonudur. Kapitalist krizin etkisiyle uluslararası rekabet keskinleşmekte ve derinleşmektedir. Kriz koşullarında, barbarlık, faşizm ve her türden gericilik, üzerinde yeşereceği verimli bir toprak bulmuştur. Sermaye birikiminin tıkanmış olması, kârların önlenemez düşüşü finans kapital için ulusal ve uluslararası problemlerde orta yol çözümlerini giderek olanaksız kılmaktadır. Hayali sermaye spekülasyonlarıyla sermaye birikiminin canlı tutulduğu uzatmalı balayı dönemi çoktan bitmiştir. Kriz içindeki emperyalist finans kapital için enerji kaynaklarının hakimiyet altına alınması, yeni pazarların fethine engel olan tüm güçlerin ortadan kaldırılması ertelenemez bir sorun halini almıştır.
Olası Üçüncü Dünya Savaşının karakteri
10. ABD emperyalizminin başını çektiği, Avrupa ve Japon emperyalizminin ise tabi konumda bulunduğu bir emperyalist blok dünyayı yeni bir felakete doğru sürüklemektedir. Üçüncü Dünya Savaşı'nın temelinde de daha öncekiler gibi bir emperyalist paylaşım mücadelesi yatmaktadır. Ancak bu Üçüncü Dünya Savaşı'nın ilk ikisinin bir tekrarı olacağı anlamına gelmez. Kaldı ki Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın niteliği de birbirinin tıpatıp aynısı değildir. Birinci Dünya Savaşı'nı belirleyen temel olgu tüm dünyanın emperyalist güçlerce paylaşımının tamamlanmış olması ve bir yeniden paylaşım mücadelesinin gündeme gelmesidir. Birinci Dünya Savaşı'nı bitiren 1917 Ekim Devrimi ve bu devrimin yarattığı ilk dünya devrimi dalgasıdır. Ekim Devrimi ile birlikte proleter devrimler çağı başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı bu çağın içinde gerçekleşen bir emperyalist savaştır. Bürokratik olarak yozlaşmış da olsa SSCB'nin varlığı ve bu savaştaki konumu İkinci Emperyalist Savaş'ın karakterini değiştirmiştir. İkinci Dünya Savaşı için salt emperyalistler arası bir paylaşım mücadelesinden bahsedilemez. İkinci Dünya Savaşı'nda emperyalistler arası paylaşım mücadelesinin yanında Avrupa’da SSCB'nin bir işçi devleti olarak Nazizme karşı verdiği savaşı ile Avrupa'daki işgal karşıtı partizan mücadeleleri ve Asya’da Çin'in Japon emperyalizmine karşı ulusal kurtuluş mücadelesi gibi haklı savaşlar vardır. Nitekim İkinci Dünya Savaşı'nın sonunu getiren, SSCB'nin ve partizan savaşının Nazizm'e karşı zaferi ile Japon emperyalizmine karşı Çin'in kurtuluşu ve sosyalist devrimidir.
11. Birinci ve İkinci dünya devrimi dalgalarının ürünü işçi devletleri tüm bir yüzyıl boyunca kapitalist yoldan elde edemeyecekleri devasa bir büyüme ve kalkınma yaşamıştır. Özellikle dünya coğrafyasının altıda birine yayılmış, muazzam doğal kaynaklara sahip olan SSCB bir süper güç halini almıştır. Modern tarihi dev bir nüfusla birlikte devasa bir geri kalmışlıkla ve yabancı işgaliyle damgalanan Çin ise sosyalist devrimle birlikte modern ve güçlü bir ulus devlet inşa edebilmiştir. Her ülkeye hakim bürokratik kast işçi devletlerini içten içe kemirmiş, yozlaştırmış ve nihayetinde SSCB ve Doğu Avrupa'da 1989-1991 karşı devrimleriyle, Çin'de ise 70'lerin sonundan başlayan ve işçi devletinin biçimsel kabuğunun altında içten içe tamamlanan bir kapitalist restorasyon yaşamıştır. SSCB ve Doğu Avrupa ile Çin'deki kapitalist restorasyon emperyalist kapitalizm için bu ülkeleri farklı düzeylerde birer sömürü alanı haline getirmiştir. Özellikle Yeltsin döneminde doruğa ulaşan yerli ve yabancı sermayenin yağması Rusya'yı bir yarı-sömürgeye dönüşmenin eşiğine getirmiştir. Çin'de kapitalist restorasyon emperyalist kapitalist pazarlara entegrasyonu hızlandırmıştır. Ne var ki sosyalist devrimin kazanımlarının bu ülkeleri emperyalizmin kolayca yutamayacağı kadar büyük ulus devletler ve askeri güçler haline getirmiş olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Emperyalizm her ne kadar Doğu Avrupa'yı AB aracılığıyla massetmiş, Rus ve Çin nüfuz alanında kalan Pakistan ve Hindistan'da ABD emperyalizmi etkinliğini hiç olmadığı kadar arttırabilmişse de dünyanın nüfus, yüzölçümü ve doğal kaynaklar açısından büyük bir bölümünü kaplayan Rusya ve Çin emperyalistler tarafından paylaşılamadan kalmıştır. İşte bu durum üçüncü bir dünya savaşının temelinde yatan temel çelişki ve dinamikleri oluşturmaktadır.
12. Dünyanın emperyalist paylaşımı tamamlanmamış durumda olduğu için emperyalistler arası paylaşım kavgası başat bir çelişki olarak öne çıkamamaktadır. Bunun yerine ABD'nin başını çektiği emperyalist kamp bir bütün halinde Rusya ve Çin'i kuşatmak, bu ülkelerin nüfuz alanındaki bölgeleri emperyalizmin nüfuzu altına sokmak ve giderek bu ülkeleri emperyalist paylaşımın nesnesi haline getirmek istemektedir. Bu çelişkinin saldırgan ve haksız tarafı emperyalist bloktur. Rusya ve Çin ise birer emperyalist devlet değildir. Her ikisi de birer sosyalist devrim yaşamış ve bu sayede dev birer birime dönüşmüştür; ancak dünya çapında ABD, Avrupa ve Japon emperyalistleriyle paylaşım mücadelesi verebilecek bir finans kapital geliştirememiş, gücünü sermaye ihracından değil askeri birikiminden (Rusya ve Çin), mamul mal (Çin) ya da doğal kaynak (Rusya) ihracından, hem nüfus hem de coğrafi büyüklüklerinden alan ülkelerdir. Kendilerini kuşatan emperyalizm karşısındaki konumları esas olarak savunmadır. Rusya'nın Ukrayna, Gürcistan ve Suriye'deki konumu bu çerçevede ele alınmalıdır. Çin de kendisiyle bir meşruiyet kavgası veren küçük bir adadan ibaret Tayvan sorununu bile çözememiş, kendi toprakları içinde yer alan Hong Kong’da dahi tam egemenlik tesis edememiş (İngiliz emperyalizminin etkisiyle bölgede özerk bir rejim hüküm sürmektedir), kıyılarında Japon ve ABD emperyalist donanmalarının ve ABD hava kuvvetlerinin sürekli tacizleriyle karşı karşıya olan bir ülkedir.
13. Yaklaşan büyük savaşın temel dinamiği bu anlamıyla emperyalistler arası paylaşım mücadelesi değil emperyalist dünyanın paylaşılmasını tamamlama ve buna engel olan büyük güçleri (Rusya ve Çin) tasfiye etme mücadelesidir. Bu mücadelenin somut tezahürlerini Rusya'nın Batı sınırındaki NATO askeri yığınağı, Ukrayna'da AB ve NATO destekli cuntanın ve faşistlerin sürdürdüğü vekalet savaşında, Pasifik’te ve Güney Çin Denizi’nde ABD donanmasının saldırgan mevzilenmesinde, 20. yüzyılı emperyalist himaye altında geçiren Japon emperyalizminin ordusunu saldırı savaşlarında kullanmaya hazırlanmasında, Güney Kore'deki emperyalist mevzilenmenin tahkim edilmesinde, Orta Asya ve Kafkaslarda ABD emperyalizminin bitmeyen üs edinme çabalarında, nihayet artan nükleer silahlanma çabasında görüyoruz. Tüm bunlar yaklaşan büyük depremin merkez üslerinin Doğu ve Güneydoğu Asya ve eski Sovyet coğrafyası ve özellikle Rusya'nın Batı sınırı olduğunu göstermektedir.
Büyük savaşın girizgâhı: Ortadoğu savaşı
14. Yaklaşan büyük savaşın sancılarının yoğunlaştığı merkez ise Ortadoğu'dur. Suriye ve Irak'ta iç savaş çoktan bu iki ülkenin iç meselesi olmaktan çıkmıştır. Emperyalistlerin ve bölgesel güçlerin vekaleten yürüttüğü savaşların her an Ortadoğu'yu saran ve mezhepsel temelli bir savaşa dönüşme tehlikesi mevcuttur. Suriye sahasında hemen hemen tüm güçler vekilleri aracılığıyla savaşmaktadır. Bölgede Rusya ve İran'dan sonra Fırat Kalkanı operasyonu ile Türk ordusu bazı vekillerini de önüne katarak bilfiil savaş alanına inmiştir. ABD emperyalizminin özel kuvvetleri hem Fırat Kalkanı'na hem de başını YPG'nin çektiği Suriye Demokratik Güçleri'ne nezaret ve yer yer komuta etmektedir. Dolayısıyla vekillerin yanında asıl askeri kuvvetler de savaş sahasına inmiş durumdadır. Irak sahasında da Musul operasyonu ile benzer bir durum oluşmuştur. Türk ordusuna ait birlikler Başika'da bulunmaktadır. Türkiye-Irak sınırına Telafer ve Musul'a yönelik askeri yığınak yapılmıştır. İran doğrudan ordusunun gövdesiyle savaşta yer almıyor olsa bile Irak merkezi hükümeti ve kalabalık Şii milis kuvvetleri İran'la çok sıkı ilişki içindedir. Suudi Arabistan ve İran arasındaki gerilim ve bu gerilimin en sıcak şekliyle yaşandığı Yemen savaşı barut fıçısının alev alma olasılığının yüksek olduğu bir başka alandır. Burada Suudi barbarlığına karşı haklı bir savaş yürüten Husiler, ABD donanmasına yönelik roket saldırıları düzenlemiş, ABD Suudilerin yanında Yemen'i bombalamıştır. Mevzii düzeyde de kalsa savaşın derhal bir üst boyuta sıçrama dinamikleri göstermesi açısından önemli bir göstergedir.
15. Ortadoğu savaşındaki saflaşmanın temelinde biri saf rantiye, öteki ise rantiye yönü öne çıkan iki devlet, sırasıyla Suudi Arabistan ve İran'ın petrol üzerindeki hakimiyet kavgası vardır. Bölgenin bir diğer önemli gücü Türkiye ise enerji fakiridir. Türkiye de Musul ve Kerkük üzerinde yoğunlaşan biçimde enerjiye ulaşmak üzere saflaşmada yerini giderek agresifleşen biçimde almaktadır.
16. Tekfirci mezhepçi DAİŞ'in varlığı ve Ortadoğu savaşındaki merkezi konumu, Suriye'de Suudi Arabistan ve Türkiye'nin mezhepçi yapılar üzerinden verdiği vekalet savaşı, Irak'ta Şii ağırlıklı merkezi hükümetin yine Şii milisler aracılığıyla etkili olmaya çalışması, Barzani önderliğinin Türkiye tarafından arka çıkılarak Sünni mezhepçi cephede konsolide edilmek istenmesi, İsrail Siyonizmi'nin İran'ı baş düşman olarak görmesi dolayısıyla DAİŞ ve El Kaide dahil Sünni mezhepçi ve tekfirci örgütleri desteklemesi gibi pek çok faktör Ortadoğu savaşının biçimsel olarak bir mezhep savaşı halinde ortaya çıkma ihtimalini güçlendirmektedir.
17. Gerek enerji merkezli bölgesel rant mücadelesi gerekse de bunun aldığı biçim olan mezhep savaşı dinamikleri ne kadar yakıcı ve güncel bir tehdit arz ederse etsin son tahlilde olası bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın temelindeki başat çelişkiye, emperyalizmin Rusya ve Çin'i yalıtma, diz çöktürme ve yağmalama mücadelesine tabidir. Belirleyici çelişki budur. Başat çelişkinin taraflarının konumuna bakıldığında ABD ve Avrupa emperyalizminin son tahlilde desteklediği kamp, arasında NATO üyesi Türkiye'nin de bulunduğu, emperyalist üslere ev sahipliği yapan Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkelerinin bulunduğu Sünni mezhepçi kamptır. İsrail Siyonizmi öteden beri açık ve net hatta fütursuzca tarafını Sünni mezhepçiliğinin yanında belirlemiştir. Rusya ve Çin ise İran, Suriye'de Esad rejimi, Irak merkezi hükümeti ile Lübnan Hizbullahı ve Yemen'de Husiler'in belkemiğini oluşturduğu Şii eksenin destekçisidir. Bölgesel düzeyde bakıldığında öne çıkan gerici mezhep kavgası ve rant mücadelesi küresel ölçekteki mücadeleye tabi olarak değerlendirildiğinde farklı bir nitelik kazanır. Şii eksenini oluşturan hakim sınıflar herhangi bir tutarlı anti-emperyalist konum ve tutuma sahip olmasalar da, temel motivasyonları rant mücadelesi olsa da emperyalist ve Siyonist saldırganlık karşısında kaldıklarında savunma pozisyonunda görülmelidir. Ne var ki, yine dünya çapındaki mücadelenin isterleri ABD’nin şimdilik hakem konumunu sürdürmesine yol açmaktadır. ABD, Obama dönemi boyunca İran’ı Rusya-Çin kampından koparmanın yollarını aradı. Nükleer anlaşmanın 2015 yazında sonuçlanması bunun bir ürünüydü. Bu yüzden ABD’nin Suudi Arabistan ve AKP Türkiyesi ile arası gittikçe açılıyor. Suudileri 11 Eylül dolayısıyla zanlı durumuna düşüren yasa, Senato’dan Obama’nın vetosuna rağmen geçti. Şimdi Suudi Arabistan’ın büyük ölçekli finansal fonlarını ABD’den çekip çekmeyeceği konuşuluyor. Trump’ın Suriye politikasının Suudileri daha da kışkırtması olanaklı. Bu gelişmelere paralel olarak Rusya da ABD’nin İran’ı kendi kampından koparma çabasına cevaben Rusya da 15 Temmuz ertesinde Türkiye’yi kendi yanına çekmeye çalışıyor. Bütün bunlar ABD’nin şaşkın bir ortayolcu politikayı bir süre boyunca devam ettirebileceğini gösteriyor. Bunun anlamı, mezhep savaşının bir süre boyunca Ortadoğu da tek başına öne geçmesi olabilir.
18. Ortadoğu savaşının tam orta yerinde duran hatta kendini adeta bir baş rol oyuncusu gibi gösteren DAİŞ ise sadece büyük güçlerin mücadelesinin bir aracı konumundadır. DAİŞ'in ABD'yle savaşması onun haklı bir savaş yürüttüğü anlamına gelmez. Zaten DAİŞ, öncelikle etrafındaki, kendisine biat etmeyen, çoğunluğu Şiilerden oluşan Müslüman güçlerle savaşmayı ve ancak ikincil olarak, belirsiz bir gelecekte emperyalizm ve Siyonizm gibi büyük güçlerle karşılaşmayı içeren sözde “yakın düşman-uzak düşman ayrımına dayanan stratejisine” uygun olarak, ABD ile savaşmayı kendiliğinden de seçmiş değildir. Bu “stratejinin”, Müslümanları oyalamaktan ibaret bir kandırmaca olmasının yanı sıra, bu örgüt,yurt savunması yapan bir güç de değildir. Burjuva ulusunu dahi ümmetçi temelde parçalamaya yönelmiş, açıkça Siyonizm'in oyununu oynamaktan çekinmeyen, geçmişte Suriye'de Esad rejimine karşı savaşında ABD emperyalizmi ve Türkiye tarafından kayırılmış olan bir güçtür. DAİŞ'in yenilmesi ve yok olması hiç şüphesiz tüm bölge ve dünya proletaryasının çıkarınadır. Ancak bölgenin ve dünyanın karşılaştığı yegane gerici güç DAİŞ ve benzeri tekfirci mezhepçi örgütler değildir. Büyük gericilik kaynağı emperyalizmin rolünü ve eylemlerini ıskalayan ve emperyalizme karşı konumunu netleştirmeyen, Siyonizme karşı cephe almayan hiç bir politikanın Ortadoğu'da ilerici sonuçlar verme olasılığı yoktur.
19. Halep muharebesinin sonucunda kentte kontrolü ele geçiren Esad ve onu destekleyen güçler, iç savaşın kaderini etkileyecek stratejik bir kazanım elde etmiştir. Halep muharebesinin kaybedenleri sadece Halep'te savaşan tekfirci ve mezhepçi örgütler değil aynı zamanda bunları destekleyen Sünni mezhepçi kamp ile ABD'nin başını çektiği Batı emperyalizmi ve Siyonizm'dir. Bu yönüyle Halep muharebesinin sonucunda Suriye iç savaşında dengenin emperyalizm, Sünni mezhepçi eksen ve bu güçlerin taşeronları aleyhine değişmesi olumludur. Diğer yandan bu olumluluk Esad'ın ya da onu destekleyen güçlerin Suriye ve Ortadoğu halkları için birer kurtuluş umudu olarak gösterilmesi sonucunu doğurmaz. Devrimci Marksistlerin görevi burjuva milliyetçiliğinin karşısına tutarlı bir anti-emperyalist, anti-Siyonist hatta sahip devrimci bir proleter önderliğinin inşasıyla çıkmaktır. Bu perspektifi kaybetmeden ve bir an olsun devrimci inşa görevlerimizden vazgeçmeden, emperyalizme ve Siyonizme darbe vurmak ve vurulan her darbeyi desteklemek gerekmektedir. Ancak Trump’ın başkan olmasından sonra ABD’nin izleyeceği politika ve Türk-Rus ilişkilerinin belirli güçlerin basıncı altında ne yöne evrileceği, Suriye’nin geleceğini etkileyecek faktörler olduğundan stratejik kazanıma rağmen savaşın nasıl sonuçlanacağının henüz ufukta görülemeyeceği vurgulanmalıdır.
20. Afrika kıtası da uzun yıllardır savaşlarla sarsılan bir kıtadır. Ancak son dönemde Nijerya, Mali, Somali, Libya'da tekfirci mezhepçiliğin elde ettiği mevziler bu bölgeyi Ortadoğu savaşının bir uzantısı haline getirme potansiyeline sahiptir. Ortadoğu'da olduğu gibi Afrika'da da tekfirci mezhepçiliğin alternatifi Afrika'yı on yıllardır paramparça etmiş, karış karış sömürgeleştirmiş, sayısız iç savaşı kışkırtmış, soykırımların suç ortağı olmuş emperyalistler olamaz. Afrika'nın tarihinde küçümsenemeyecek bir yer tutan devrimci gelenek, geçmişte olduğu gibi gelecekte de kıtanın önündeki tek gerçekçi kurtuluş seçeneğidir.
ABD'nin görünürdeki hakem rolü ve gerçekteki stratejik pozisyonu
21. ABD emperyalizminin Ortadoğu'daki saflaşmadaki konumu nispeten özgül bir biçim almaktadır. Son tahlilde Sünni cepheden yana olan ABD emperyalizmi aktüel müdahalelerinde daha ziyade bir hakem rolü oynamaktadır. ABD aynı anda hem Irak hükümeti, hem Türkiye ile ilişkilerini sürdürerek, İran üzerindeki ambargoyu kaldırıp, ilişkileri normalleştirerek, Suriye'de DAİŞ'e karşı mücadelede farklı güçleri birleştirmeye çalışıyor gözükerek, yer yer Suudi Arabistan ve Katar'ı dizginleyerek ve bölgede giderek ağırlığını arttıran Rusya ile diyalog kapısını kapatmayan gergin bir diplomasi yürüterek sanki mezhepsel temelde bir Ortadoğu savaşını önleyen başat güç gibi gözükmektedir. Özellikle ABD'nin tutumu bu açıdan İsrail'den ayrılmaktadır. Ancak ABD'nin görüntüdeki savaşı önleyici tutumu büyük oranda bir yanılsamadır. ABD savaşa karşı olduğu için bu tutumu almamaktadır. Tam tersine esas saldırgan güç ve büyük gerici odak ABD'dir. ABD büyük savaşın merkezindedir. Bu savaştaki esas düşmanları Rusya ve Çin'dir. Bu iki güçle pasifik ve Avrupa sahasında vereceği mücadeleyi esas alarak stratejik siyasi ve askeri konumlanmasını yapmaktadır. Obama döneminde ABD emperyalizminin Ortadoğu'daki askeri varlığını azaltması, Obama'nın pasifizminden değil ABD finans kapitalinin büyük savaşa hazırlığının bunu gerektirmesindendir. ABD emperyalizmi askeri yığınağını savaşın merkezini oluşturacak Pasifiğe ve Avrupa'ya yapmaktadır. ABD savaşta inisiyatifi elinde tutmak amacıyla Ortadoğu'da kendi kontrolü dışında bir savaş çıkmasını istemiyor. Böyle bir savaş çıkarsa İran'ın Suudi Arabistan'ı yenilgiye uğratmasına, NATO üyesi Türkiye'nin yenilmesine razı gelemez. Bunun için kendi ordusuyla Ortadoğu bataklığına boylu boyunca yeniden girmesi gerekir. Ortadoğu'daki savaş dinamiklerini kontrolü altında tutmaya çalışması bundandır. Ancak bunu yaparken de son tahlilde Rusya ve onun bölgedeki esas müttefiki İran'ın mevzi kazanmaması için DAİŞ'le savaşan Suriye güçlerini ya da Musul'u kuşatan Şii milisleri "yanlışlıkla" vurmaktan çekinmemektedir.
22. ABD'nin Türkiye'nin bölgedeki askeri manevralarına mesafeli yaklaşması, Kürtlerle ittifak ilişkisi kurması da bu çerçevede değerlendirilmelidir. ABD için hem Türk ordusu hem de Kürt güçleri taşeron güçlerdir. Kürt güçleri küçük ölçekli savaş cephelerinde sonuç almaktadır. Türk ordusu ise daha büyük savaşlarda etkisini gösterebilecek NATO üyesi bir konvansiyonel güçtür. ABD stratejik planlarını büyük savaşı düşünerek hazırladığına göre son tahlilde Kürtler lehine değil Türk ordusunu yanında tutmak üzere konum alacaktır. ABD'yi kurtarıcı olarak gören Kürtler, savaşın ölçeği büyüdükçe büyük bir trajedi ile karşılaşacaktır. ABD'nin Kürtlere desteğine muhalefet ettiği için Türk ordusunun anti-emperyalist bir konumda olduğunu düşünenler ise Kürt düşmanlığını emperyalizm düşmanlığının önünde tuttuğu müddetçe ABD emperyalizminin oyununu oynamaktadır.
23. Rusya, Türkiye ve ABD arasındaki çelişkileri değerlendirerek, Türkiye'yi NATO'dan uzaklaştırmak üzere etkin bir diplomasi yürütmektedir. Ancak Türkiye'nin bölgesel rant mücadelesinde İran'la karşı karşıya konumda olması üstesinden gelinmesi zor bir çelişkidir. ABD son tahlilde bu çelişkiye oynayarak NATO'nun ikinci büyük kara gücünü emperyalist saflarda tutmak için her türlü girişimi ve provokasyonu yapmaya hazırdır.
Ya sürekli devrim ya emperyalist barbarlık!
24. Devrimci Marksizm'in, temel dinamiklerini sergilediğimiz büyük emperyalist savaş karşısındaki politikası yerel ve taktik düzeydeki tutum alışlarla şekillendirilemez. Devrimci Marksizm dünya proletaryasının önüne stratejik bir mücadele perspektifi koymak zorundadır. Bu anlamda DİP'in şiar edindiği "Ya sürekli devrim ya barbarlık" düsturu tüm geçerliliğini korumaktadır. Karşı karşıya olduğumuz büyük mücadele savaşa karşı barış mücadelesi değildir, emperyalizme karşı dünya devrimi mücadelesidir.
25. Dünya halklarını yaklaşan savaş felaketinden korumak için emperyalizmin ya da diğer güçlerin barışseverliğine, savaşın yüksek maliyetlerinden çekinmesine, nükleer savaş tehdidini göze alamamasına vb. bel bağlanamaz. Bu yöndeki her türlü yanılsama ve temelsiz beklenti, proletaryayı ölümcül sonuçlar doğuracak hatalara sürükleyebilir. Yaklaşan büyük savaşı durduracak tek güç emperyalist zincirin en zayıf halkasında zafere ulaştırılacak bir proleter devrimin ulusal ve uluslararası sürekliliği içinde emperyalizmi yenilgiye uğratmasıdır. Emperyalizmin zayıf halkasının nerede olduğunun ve ne zaman kırılacağının önceden kestirilmesi zordur. Nesnel ve öznel koşulların bir arada devrim lehine ve karşı devrim aleyhine olgunlaştığı yerde ve zamanda proleter devrim kaçınılmaz bir gerçeklik olarak belirecektir. Devrimci Marksistler yaklaşan savaş karşısında her şeyden önce kendi iradelerinde olan öznel koşulların olgunlaşması için mücadele edecektir. Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünya savaşlarının dinamikleri ve nitelikleri farklı olabilir. Ancak Devrimci Marksizm için temel strateji aynıdır. Savaşın yarattığı koşulları sürekli devrim için değerlendirmek esastır. Emperyalist kampta ve müttefiklerinde savaşı iç savaşa çevirmek, emperyalizme karşı savunmada olan kampta ise emperyalizmin yenilgisi için savaşmak esastır.
26. Her durumda ve her yerde proletarya öncüsünün politik ve örgütsel bağımsızlığı esastır. Tüm mücadele bu doğrultuda olmalıdır. Emperyalizmin karşısındaki kampta uluslararası proletarya için rehber edinilecek, sosyal yapı açısından ve politik doğrultu yönünden savunulacak herhangi bir burjuva önderliği yoktur. Ne Rusya'da Putin rejimi, ne Çin'deki Çin Komünist (Kapitalist) Partisi'nin bürokratik diktatörlüğü, ne İran'daki teokratik burjuva rejimi ne Hizbullah ne Esad rejimi proletaryanın birer alternatifidir. Hepsi ayrı ayrı biçim ve düzeylerde gericilerdir. Bu odaklar emperyalizm ve Siyonizmle karşı karşıya geldikleri ve savaştıkları ölçüde tarihsel bir ilerici rol oynayabilirler. Elbette ki bu güçlerin emperyalizme karşı savaşları haklıdır ve desteklenmelidir. Ancak bu burjuva önderlikleri emperyalizm karşısında büyük kitleleri birleştirme olanağından yoksundur. Tam tersine burjuva sınıf çıkarları, mezhepçilikleri ve milliyetçilikleri emperyalizme karşı kampın zayıf karnıdır. Emperyalizmin yenilgisi, emperyalizm karşısındaki burjuva güçlerin pasif şekilde desteklenmesiyle sağlanamaz. Emperyalistler, kadim ulusal sorunları kışkırtarak, mezhep kartını oynayarak, bu rejimler tarafından mezalime uğramış muhalifleri safına çekerek bu cepheyi içerden çökertecektir. Burjuva önderlikler içlerinden her an emperyalizm işbirlikçisi kanatlar üretme potansiyeline sahiptir. Emperyalizmin karşısındaki dev nükleer ve konvansiyonel askeri güçleri salt askeri gücüne dayanarak yenmesi zor, neredeyse imkansızdır. Bu yüzden emperyalizmin yenilgisi için mücadele emperyalizm karşısındaki kampta haklı savaşın önderliğini alma perspektifini sosyal devrim mücadelesiyle birleştirecek bir stratejiyi gerektirir.
Üçüncü Dünya Savaşına karşı Üçüncü Dünya Devrimi
27. Üçüncü Büyük Depresyon, Arap devrimi ile birlikte yeni bir dünya devrimci dalgası yaratmıştır. Akdeniz güney ve kuzey kıyısıyla bir devrimci havzaya dönüşmüştür. Ancak bu devrimci dalganın ilk aşaması sırasıyla Mısır'da Bonapartist Sisi darbesi, Suriye'de devrimin kısa bir yükselişin ardından emperyalizm ve Suud-Katar-Türkiye üçlüsünün desteğinde mezhepsel biçimler alan gerici bir iç savaşa dönüş(türül)mesi, Tunus devriminin Avrupa sosyal demokrasisi tarafından evcilleştirilmesi, Türkiye'de halk isyanının parlamentarizm sularında boğulması, Yunanistan'da Syriza'nın ihanetiyle ve nihayet bu dalganın Amerika kıtasındaki karşılığı olan Brezilya'da Lula'nın yozlaşmış işçi partisinin burjuva iktidarının halk tarafından değil Amerikan muhalefeti tarafından devrilmesiyle sona ermiştir.
28. Dünya devrimci dalgası bir durgunluk dönemine doğru ilerlerken, emperyalist savaş dinamikleri öne çıkmıştır. Ancak ne dünya devrimci dalgası nihai olarak sona ermiştir ne de bir dünya savaşı kaçınılmaz olarak dünyayı barbarlığa sürükleyecektir. Emperyalist savaş Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nda insanlığın tanık olduğu gibi pekala yeni devrimci yükselişlerin kapısını aralayabilir. Birinci Dünya Savaşı, 1905 Rus, 1908 Türk, 1906-1909 İran ve 1911 Çin devrimlerinin yarattığı dalgayı kısa bir dönem için sona erdirmiş gözükse de emperyalist savaş devrimlerin en büyüğü Ekim Devrimi ile sona ermiş ve proleter devrimler çağını açan ilk dünya devrimi dalgası yükselişe geçmiştir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde ise 1936-39 İspanya Devrimi benzer bir konumdadır. Bu devrimin yenilgisi ve faşizmin zaferi mutlak olmamış, İkinci Dünya Savaşı da yeni bir devrimci dalgayla sona ermiştir. Önümüzdeki dönem de savaş kadar devrim dinamiklerinin de belirleyici olduğu bir dönem olacaktır. Devrimin mi savaşı engelleyeceği yoksa savaşın mı devrime yol açacağı uluslararası ölçekte sınıf mücadelesinin öznel ve nesnel koşulları tarafından belirlenecektir.
Proletaryanın önderlik krizi ve IV. Enternasyonal'in yeniden kuruluşu
29. Bir kez daha insanlığın krizi proletaryanın devrimci önderliğinin krizinde düğümlenmektedir. Sol ve sosyalist saflarda tam bir dağınıklık ve politik pusulasızlık hali mevcuttur. Bu vahim durumun aşılması dağınık güçlerin rastgele bir araya toparlanmasıyla mümkün değildir. Bir kez daha dünya çapında emperyalist savaşa karşı berrak bir programla mücadele edecek ve proletaryaya önderlik edecek bir enternasyonal parti hayati bir ihtiyaç olarak öne çıkmaktadır. Bu görevi ancak IV. Enternasyonal'in yeniden inşası ile yerine getirebiliriz. IV'ün yeniden inşası ise bir Trotskist yeniden kümelenmeden ibaret görülemez. Yeniden inşanın temeli proletaryanın öncüsünün örgütlenmesini esas alan, Leninist parti anlayışından taviz vermeyen, yaşadığımız çağda emperyalizmi berrak şekilde kavrayan, savaşa karşı doğru ve net tutum alan, solun içinde burjuva hegemonyasının türlü biçimlerini saflarına sokmadığı gibi bunlarla keskin şekilde mücadele eden bir örgütsel programatik perspektif ve pratiğe dayanmalıdır.
30. İçinde bulunduğumuz dönemde ulusal seviyede verilen mücadeleler kopmaz biçimde dünya devriminin çıkarlarına bağlıdır. Tüm mücadeleler uluslararası ölçekte, dünya devriminin çıkar ve gerekleri doğrultusunda koordine edilmek ve merkezileştirilmek zorundadır. Sağcılar destekliyor diye Brexit'e karşı çıkan ve Avrupa emperyalizmine can simidi fırlatanların solla sosyalizmle ilgisi olamaz. Suriye'de Esad rejiminin mezalimi karşısında tekfirci mezhepçilerle aynı cephede buluşan, emperyalist beslemesi Özgür Suriye Ordusu paçavrasını bayrak edinenlerin dünya devrimine katkısı değil zararı olur. Ukrayna'da Rus milliyetçiliğine karşı çıkmak adına AB'ci NATO'cu faşist destekli cuntayı desteklemek solculuk ve sosyalizm adına pazarlanamaz. Emperyalizmle mücadele etmeyen, bu görevi önüne koymayan bir anti-kapitalist mücadele olamaz.
31. IV. Enternasyonal geleneğinin bir parçası olan Devrimci İşçi Partisi açısından, Türkiye'nin NATO'dan çıkması, İncirlik üssünün kapatılması, ülke içinde burjuva demokratik bir gelişmenin ürünü olmasa da ya da kısa vadede burjuva demokrasisinin genişlemesine yol açmasa bile uğruna mücadele edilecek bir hedeftir. Zira emperyalizmi zayıflatan her gelişme hızla ve dolaysız biçimde yerel düzeyde ilerici sonuçlar doğurmuyor gözükse bile emperyalist zincirin zayıf olduğu başka bir yerden kırılmasına hizmet edebilir. Söz gelimi emperyalizmin Ortadoğu'da batağa saplanması, bizzat emperyalist merkezlerde ya da emperyalist nüfuzun zayıflaması sonucunda Latin Amerika'da bir proleter devrimine fayda sağlayacaksa Türkiye'nin devrimci Marksistleri ulusal devrimci görevlerini unutmaksızın emperyalist orduları bu bataklığa gömmek için var güçleriyle mücadele ederler. Bizim ve tüm dünyadaki yoldaşlarımızın tüm eylemlerini dünya proletaryasının kaçınılmaz zaferine bağlayacak olan IV. Enternasyonal'in bir dünya partisi olarak yeniden inşası işte bu yüzden ertelenemez, vazgeçilemez, acil ve hayati bir görevdir.
32. Gerek ülke çapında, gerekse uluslararası düzeyde Leninist örgütlenmenin önemi, Üçüncü Dünya Devrimi’nin ilk dalgası sırasında bütün yakıcılığıyla ortaya çıkmıştır. Özellikle iki buçuk yıl süren, üç ayrı iktidar yapısını karşısına alan, ikisini deviren, üçüncüsünün de düşüşünün koşullarını hazırlayan Mısır devrimi, tarihin gördüğü en büyük kitle mücadelelerinden biri olmasına rağmen kazanamadıysa bunun belirleyici nedenlerinden biri ülkede işçi sınıfını iktidara taşıyacak bir Leninist partinin var olmamasıdır. Başka biçimde söylendiğinde, Leninist bir partinin olmaması, Üçüncü Dünya Devrimi’nin ilk evresinin işçi sınıfı açısından başarısızlığına bağlıdır. Öyleyse, görevimiz, insanlığın barbarlık ile sosyalizm arasında hayati bir savaş verdiği günümüzde Leninist işçi partileri ve bu partilerin çatısı altında birleşerek dünya partisi haline getirecekleri bir Enternasyonal’in örgütlenmesidir.