"Omerta" yasası
Neden başkanlık sisteminde bu derece ısrar edildiği son bir yılda gerçekleşen olaylara ve toplumun bunlara karşı tepkisine bakınca çok daha açık olmuş olsa gerek.
Öncelikle başkanlık sistemini getirme çabasıyla yapılan son anayasa değişikliği önerisinin bir hukuk devletini öngörmediği gayet nettir ve tam da tersine ülke artık basit bir kanun devletine dönüştürülmektedir. Kanun devleti, yani ülkeyi yönetmek için yaptığı kanunların evrensel hukuk ilkelerine uygun olması konusunda hiçbir endişesi olmayan, kanunları adaleti yerine getirmek için değil de kendisi gibi olmayanları susturmak ya da yok etmek için kullanan devlet. Dolayısıyla halihazırda getirilmek istenen başkanlık sistemi faşizan bir rejim oluşturabilmelerinin en önemli araçlarından birisidir.
Ancak başkanlık sistemine ilişkin daha önemli başka bir nokta şudur: bu iktidar hiçbir biçimde, yani seçimle bile olsa iktidarı kesinlikle bırakıp gitmeyecektir. Dolayısıyla başkanlık sistemi iktidarı bırakmamalarının da garantisi olarak görülmektedir. Nitekim anayasa taslağı şu anki cumhurbaşkanının 2019’dan itibaren 15 yıl daha iktidarda kalmasını sağlayacak maddeler içermektedir.
Ne var ki olası bir referandumda anayasa değişikliğinin geçmeme olasılığı oldukça yüksektir, zira son IŞİD saldırısıyla birlikte toplumun giderek iktidara daha fazla tepki duymaya başladığı ufak gözlemlerle bile anlaşılabilir. İktidar anayasa değişikliğinin referandumda geçmeme olasılığını önceden fark edecek olursa yapacakları tek şey, referandumu yaptırmamaktır. Hatta herhangi bir genel seçimi kaybedeceklerini anladıkları anda da o seçimi yaptırmayacakları neredeyse kesindir. Ancak iktidar açısından bu noktada başka bir sorun ortaya çıkar: bir kez referanduma gidilir ve reddedilirse, ya da şöyle söyleyelim, şu ya da bu biçimde iktidarı kaybedecek duruma geldiklerinde bu sefer ne yapılacaktır? Maalesef görünen odur ki tek çareleri iç savaş kışkırtıcılığı yapmaktan başka bir şey değildir. Bunun kimi göstergelerini bazı yandaş gazeteciler vermişlerdir zaten. Devleti ve toplumu liderle birleştirip, “ya başkanlık ya kaos” düşüncesini toplumda yaymaya çalışmalarının nedeni budur. Bu ise bir taraftan baskıları artırmalarını gerektirirken diğer taraftan bu baskı ortamı provokasyonlara uygun bir ortam da yaratmaktadır. Kısacası gerek Kürt hareketinin temsilcilerine yapılan operasyonlar gerekse özellikle yandaş yazarların ve medyanın örneğin Alevileri hedef alan katliam tehditleri, iktidarı sürdürebilmek için iç savaş çıkartmaktan bile çekinmeyeceklerini gösteriyor.
Tabii ki bu, doğrudan hükümet emrinde olan paramiliter bazı grupların varlığını gerektirir. Nitekim faşist rejimlerin, örneğin Mussolini ve Hitler’in kara gömleklileri, kahverengi gömleklileri vardı ve bunlar devlet üniforması taşımazdı. Tıpkı bunun gibi, kendinden saymadığı herkesi ortadan kaldırmaya hevesli kalabalıklar dolaşıyor memlekette ve üstelik bu güruh, zaman zaman kendilerine “Esedullah” diyen üniformalılarla el ele vermiş durumda.
Bütün bunları insanlardan gizleyebilmelerinin yolu, Türkiye’de şu anda yürürlükte olan yasa, yani mafyanın “omerta” yasasından başka bir şey değildir: görmedim, duymadım, bilmiyorum; görsem de, duysam da, bilsem de söylemiyorum; zaten görülecek, duyulacak, bilinecek bir şey yok dememiz istenmektedir. Zira gören, duyan, konuşan da terörist ya da terör örgütü savunuculuğuyla suçlanarak işinden atılmak, olmadı içeri tıkılmakla tehdit edilmektedir. İşin daha da önemli tarafı, ülkenin giderek daha da kötüye gittiğinin bütünüyle farkında olan kimi yandaşlar da bu omerta yasasına uymaktadır. Korkuyu yasa yapmışlar, korkaklığı da bir yasallık olarak yaşıyorlar.
Ancak bu durum böyle gidemez. Şiddeti ve baskıyı artırmak rejimin istikrarını sürdürmesini sağlamayacaktır. Zira ekonomik, siyasal ve kültürel alanların bütününde istikrarsızlık giderek daha fazla artmaktadır. Burada bize düşen, iç savaş aracılığıyla ülkenin Suriyeleştirilmesine karşı bıkmadan mücadele etmekten başka bir şey değildir.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ocak 2017 tarihli 87. sayısında yayınlanmıştır.