Raúl Castro, Küba’nın Gorbaçov’u
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama’nın Küba’yı ziyareti, son yarım yüzyıldır bütün dünyanın gözünde kaderi sosyalizmle özdeşleştirilmiş olan adanın tarihinde yepyeni bir dönemin başlayışını haber veriyor. Bu, Küba hükümetinin kendi halkına ve dünyanın ilerici kamuoyuna sunmaya çalıştığı gibi “sosyalist Kübanın ABD ile kurduğu karşılıklı saygıya dayalı bir diplomatik ilişki”nin ete kemiğe bürünmesi değildir. Obama’nın Latin Amerikalı Papa Franciscus ile birlikte Küba’yı nihayet kapitalist restorasyon ve emperyalizm ile bütünleşme yoluna sokma yolunda atmış olduğu dev adımın yeni bir merhalesidir.
Suçlu özür diledi mi?
ABD, 1958-59 Küba devrimi zafere ulaşalı beri bu ülkede yeni rejimi yıkmak için yapmadığını bırakmamıştır. Aralık 1960’ta Küba’ya bugüne kadar bile sürmekte olan bir ticari ambargo koymuş, ertesi ay ada ülkesiyle diplomatik ilişkileri kesmiş, Nisan 1961’de ise CIA’nın örgütlediği ve silahlandırdığı bir grup karşı devrimci Kübalı’yı adanın Domuzlar Körfezi yöresinde karaya çıkartarak yeni rejimi devirmeye kalkışmıştır. Ancak Domuzlar Körfezi çıkartması yüz kızartıcı bir bozgunla sona ermiştir. Bundan sonra ABD yıllar boyunca sayısız sabotaj, cinayet, biyolojik savaş yöntemleri ve Fidel Castro’ya sayısı bazı kaynaklarca 600 dolayında verilen suikast girişimi aracılığıyla aynı yıkıcı faaliyeti devam ettirmiştir. Dünya ekonomisinin bu devinin kendi kıyılarından sadece 150 kilometre uzaklıktaki adaya uyguladığı ambargonun Küba’ya bugüne kadar birikimli maliyeti kimi araştırmacılarca 100 milyar dolar dolayında hesaplanmaktadır.
İşte bu ülkenin başkanı şimdi sanki hiçbir şey olmamış gibi Küba’yı ziyaret ediyor. ABD’nin en önemli gazetesi New York Times, sanki pişman olması ve özür dilemesi gereken Küba halkı imiş gibi, Obama’ya Küba yönetiminin demokrasiyi (siz bunu özel mülkiyet ve piyasa diye okuyun!) benimsemesi için baskı yapmaya çağırıyor. Siz geçmişte uyguladığınız ve uluslararası demokrasiyi ayaklar altına alan rezil yöntemler konusunda özür mü dilediniz de şimdi Küba’ya “demokrasi” dersi vereceksiniz?
Amaç hiç tartışmasız şiddet, sabotaj ve ülkenin ekonomik olarak soluksuz bırakılması gibi yöntemlerle teslim alınamayan Küba’yı, kurnaz yöntemlerle, nüfusunun bir bölümünü satın alarak, içeriden zayıflatmak ve sonra çökertmektir. ABD telekomünikasyondan turizme, özel bölgelerden tıp teknolojisine, kalaydan (nikel) en basit tüketim maddelerine kadar kârlı olabilecek ne kadar sektör varsa bu alanlarda işbirliği, yatırım ve ticaret yoluyla Küba’yı kapitalizmin yeniden tesisi yoluna sokmaya yöneliyor. Obama’nın ziyaretinin nedeni budur.
Bu yolda ilk adım 2014 Aralık ayında atılmıştır. Barack Obama Washigton’da, Küba’nın tarihi önderi Fidel Castro’nun 2006’dan itibaren sağlık nedenleriyle görevini bırakmak zorunda kalmasından sonra onun yerine geçen kardeşi Raúl Castro Havana’da, aynı gün iki ülkenin arasındaki ilişkilerin yeniden kurulması yönünde adımlar atılacağını ilan etmişlerdir. (Bkz. http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/obama-kuba-papa). Bunu 2015 Temmuz ayında diplomatik ilişkinin kurulması ve Havana’daki ABD Büyükelçiliği’nin yeniden açılması izlemiştir. 2015 Eylül ayında ise iki ülke arasındaki arabulucu Arjantin kökenli Papa Franciscus Havana’yı ziyaret etmiş ve yarım yüzyıl boyunca Küba devriminin gövde gösterisine sahne olmuş Devrim Meydanı’nda (Plaza de la Revolución) konuşmuştur (bkz. http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/plaza-de-la-contrarrevolucion). Şimdi 2016 Mart’ında arabulucudan sonra esas aktör, ABD emperyalizminin şefi Barack Obama Küba’yı ziyaret ediyor.
Bir süreç bir diğerini gizleyebilir!
Bu gelişmeler dizisinin, Küba hükümetinin ileri sürdüğü gibi “iki ülke arasında karşılıklı saygıya dayalı ilişkilerin yeniden tesisi”nden ibaret gibi değerlendirilebilmesi için, Küba’da yaşanmakta olan bir başka süreci bütünüyle görmezlikten gelmek gerekir. Bu süreç, Raúl Castro döneminde başlayan ve ağır ağır ama geri dönülmez biçimde derinleşen özelleştirme, yabancı sermaye ile işbirliği ve piyasalaşma yönelişlerinin Küba’daki işçi devletini ve bu işçi devletinin mayasını oluşturan Küba proletaryasının kazanımlarını tehlikeye sokmuş olmasıdır.
Bu süreç 2014’ten çok daha önce, 2008’de başladı. Bu dönemden itibaren Küba’da bir dizi önemli değişiklik uygulamaya konuldu. Adada geniş araziler 99 yıla kadar lüks turistik tesisler ve golf sahaları kurulması için yabancı sermaye ile Küba kamu şirketleri arasında kurulmuş ortaklıklara devredilmeye başladı. Bunun sonucunda, eskiden çok daha kısıtlı bir temelde gelişmiş olan bürokraside hızla zenginleşen bir katman oluştu. Ayrıca işçi sınıfı dolar geliriyle rahatlayan katmanlarla peso yoksulu kesimler arasında farklılaştı. İkincisi, sadece turizmde değil, kalay, rom, tütün, gıda ithalatı, liman faaliyetleri vb. alanlarda da Latin Amerika (özellikle Brezilya ve Meksika), Kanada ve Avrupa (özellikle İspanya) sermayesiyle ortak girişimlere hız verildi, liberal bir Yatırım Yasası kabul edildi. Üçüncüsü, bürokrasinin diğer kanatlarının dolar zengini kanat karşısında iyice geride kalmasını engelleyecek bir önlemle ücret ve maaşlar üzerindeki tavan kaldırıldı. Böylece, dünyanın en eşitlikçi ekonomilerinden birinde eşitsizlikler bilinçli bir biçimde teşvik edilmeye başladı. Dördüncüsü, tarımda topraklar 10 yıla kadar yenilenebilir sözleşmelerle intifa hakkıyla özel girişimlere devredilmeye başladı. Böylece eski devlet çiftliklerinden özel kooperatiflere geçiş hızlandı. Bugün Küba tarımının toplam hasılasının yarısından fazlası özel ellerde üretiliyor.
Başka bir dizi ekonomi politikası benzer yönde etkiler yaratıyor. Ama en önemlisi, 2010 yılında geldi. Toplam işgücünün yüzde 10’unu oluşturan 500 bin işçinin kamu sektöründe istihdamının sona ereceği açıklandı. Bu, Küba’nın bir işçi devleti olarak nitelenmesinin esas temeli olan tam istihdamın (işsizliğin olmamasının) ve işten çıkartma karşısında işçinin sahip olduğu güvencenin ortadan kaldırılması anlamına geliyordu. İşten çıkartılan işçiler kısmen yabancı sermaye ile kurulan ortaklıklarda, kısmen Kübalılar tarafından yeni yeni kurulmakta olan küçük ve orta boy işletmelerde ücretli işçi olarak çalışıyor. Böylece, bir yarım yüzyıla yakın süre boyunca adada yasaklanmış olan artık değer üretimi yeniden başlamış oldu. Konut alanının giderek metalaşmaya, yabancı sermayenin ve KOBİ’lerin gelişmesiyle bir gayri menkul piyasasının oluşmaya başladığı düşünülürse, Küba’nın haklı olarak ünlü sosyal hizmetlerinin de bu alandan başlayarak zamanla eski parlaklığını yitirmesi olasılığı küçümsenmemeli.
Bugün Küba’da yaklaşık 200 bin işçi kooperatifi var. Bunların önemli bir bölümü kooperatif denen hukuki biçimi kullanan küçük işletmeler. Böylece, zenginleşen bürokrat katmanların yanında hem kentte, hem de kırda ciddi bir küçük burjuvazinin oluşumuna tanık oluyoruz. Buna turizmin gelişmesiyle birlikte patlayan (ve Küba’yı adım adım devrimden önceki sefih günlerine taşıyan) fuhuş sektörünün lumpen burjuvazisini eklemek gerekir. Nihayet bu lumpen burjuvazinin daha küçük ölçekli bir izdüşümü olan ve geçimini turistlerin çeşitli konulardaki ihtiyaçlarına yanıt vererek sağlayan bir sokak güruhunu, yasadışılık ile ahlâkdışılık arası bir ârafta çalışan ve yaşayan bir lumpen küçük burjuvaziyi eklerseniz, Amerikalıların kuyruğuna takılmaya hazır koskoca bir toplumsal kesimler toplamının nasıl oluşmaya başladığını anlarsınız.
Nihayet, Miami gerçeğini göz önüne almak gerekir. Florida’nın bu en büyük kenti, işçi devletinden kaçmış, geleceğini emperyalizmle birlikte düşünen, onyılların birikimiyle bir bölümü burjuvalaşmış Kübalılarla doludur. Bunlara geçmişte karşı devrimci anlamında “gusanos”, yani meyve kurtları denirdi. Her meyvenin kurdu olacağı gibi! Şimdi bunlar “makbul vatandaş” haline gelmektedir. Obama’nın 2014’teki “buzları eritme” operasyonundan evvel bile Küba yönünde attığı ilk adım, 2011’den itibaren Amerikan vatandaşı Kübalılara ayda 2.000 dolarlık tutarları “özel girişim” amacıyla adaya aktarma olanağını yaratmasıydı. Aynen Hong Kong, Tayvan ve Macao sermayesinin Çin’de kapitalizmin yeniden kurulmasında büyük rol oynadığı gibi, Miamili Kübalılar da muhtemelen Küba’da yeni bir burjuvazinin oluşumunda önemli bir rol oynayacaklardır.
Solun hain rolü
Avrupa’nın ve Latin Amerika’nın reformist solu, Küba’da yaşanan gelişmeye ilişkin karşı devrimci bir rol oynuyor. Bu akımlar, Küba’nın koca dev ABD’yi nihayet “dize getirdiği”ni, diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasından sonra ambargonun da kalkmasının Küba halkının zaferi olacağını vb. söyleyerek işin özünü gözden saklıyorlar. ABD, Küba yönetiminin artık işçi devletinin temellerini korumaktan vazgeçtiğini, Küba’nın içeriden fethedilmesinin olanaklı hale geldiğini hesaplıyor. Bu yakınlaşmanın esas anlamı budur.
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünde 1985 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin genel sekreterliğine getirilen Mikhail Gorbaçov’un önemli bir rolü olduğu bilinir. Gorbaçov bir yandan “glasnost” (şeffaflık) adı altında ülkenin siyasi hayatını bir ölçüde demokratikleştirirken, bir yandan da “perestroyka” (yeniden yapılanma) adı altında ekonomide bir özelleştirme ve piyasalaştırma furyası başlatmıştı. Dış politikada ise ABD’nin 20. yüzyılda gördüğü başkanlar arasında en gericilerden biri olan Ronald Reagan’la büyük bir dostluk kurmuştu.
Bugüne kadar kimse Gorbaçov’un Ekim devriminin ülkesinde kapitalizmi geri getirmek istediği konusunda tartışılmaz bir delil ileri sürmemiştir. Ama bu tarihi şahsiyetin kendi niyeti ne olursa olsun Sovyetler Birliği’nin kısa süre içinde kapitalist restorasyon yoluna girmesine yol açmış olduğu bugün herkesin görebileceği kadar berraktır. Raúl Castro, Küba için benzer bir rol oynuyor. Niyetini bilemeyiz, ama Küba bürokrasisinin zenginleşen, dünya kapitalizmi ile bütünleşmekten çıkarları olan kanadının çıkarlarıyla uyumlu bir politika izlerken ülkesini adım adım kapitalist restorasyonun eşiğine taşıyor.
Gorbaçov 1931 doğumluydu. Sembolik biçimde tam da Sovyet bürokrasisinin iktidara geldiği yıllarda hayata gözlerini açmıştı. Oysa Raúl Castro, ağabeyi Fidel ve Che ile birlikte Küba devriminin kahramanlarından biridir. Raúl’un çizdiği yolda çok ağır ilerlemesini belki de bu şekilde açıklamak mümkündür. Raúl, anlaşılan kendisi ve efsanevi ağabeyi Fidel hayatta olduğu sürece Küba’nın Yeltsin dönemi Rusyası (kabaca 1990’lı yıllar) gibi neredeyse emperyalizmin bir sömürgesi derekesine düşmesine razı değildir. Ama yaptığı her şey, aynen Gorbaçov’un yaptıkları gibi, Küba’da işçi devletinin altını oyuyor. Ağabeyi ve kendisi bu dünyadan çekildikten sonra gelecek daha teknokratik ve paragöz bir genel sekreter Yeltsin’in rolünü oynayacaktır muhtemelen.
Kendilerini “komünist” olarak tanıtan Stalinistler, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne kölece tâbi oldukları için dün Gorbaçov’u desteklediler. Sonunda Ekim devriminin ürünü o muhteşem devlet paramparça oldu. Bu yıl bu felaketin 25. yıldönümünü yaşıyoruz. Şimdi aynı “komünistler” aynı şeyi Raúl Castro için yapıyorlar. Bir yeni kapitalist restorasyon sürecini daha, diplomatik yağcılıkla geçiştiriyorlar, kendi taraftarlarından gizliyorlar, meşru göstermeye çalışıyorlar.
Devrimci Marksistler ise proletaryayı ve gerçek sosyalistleri Küba’nın başındaki büyük tehlike konusunda 2010 yılından beri uyarıyor (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/kubada-kapitalist-restorasyon-basliyor). Ekim devriminin de, Küba devriminin de gerçek mirasçısının kim olduğu açık değil mi?
Kimse Küba’da kapitalist restorasyona kesin bir sonuç gözüyle bakmasın. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Avrupa’nın proletaryası yorgun ve mecalsizdi. Savunmasını bekleyebileceğimiz kazanımların değerini artık kavrayamıyordu. Küba halkı ise diri bir halktır. Devrimin prestiji katiyen tükenmemiştir. Elbette zaman aleyhimize işliyor. Küba halkı dünya kapitalizmi ile bütünleşme ilerledikçe atomize olacak, demoralizasyona kapılacaktır. Ama bir süre boyunca her şey devrim güçleri ile restorasyonist güçlerin arasındaki dengeye bağlı olacaktır. Biz devrimi savunanların yanında olacağız.