COP 21’den sonra: yaşanabilecek bir gezegen için sosyalizm!
Sera gazı salımlarını dünya çapında düşürmeyi amaçlayan Kyoto Protokolü imzalanalı 18, yürürlüğe gireli 10 yıl oldu. Geçen sürede devletlerin yeterli tedbirleri aldığından da protokolün önemli gelişmelere yol açtığından da söz etmek mümkün değil. Kanada’nın protokolden çekilmesi, ABD’nin protokolü onaylamamış olması, pek çok devletin 2012’den sonra yükümlülük kabul etmemesi gibi problemler sürerken, 2009’da, Kopenhag’da Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Konferansı toplandı. Toplandığı gibi de kavga dövüş, hiçbir anlamlı sonuç yaratmadan sona erdi.
COP 21, yani 2015 Paris Konferansı, resmi adıyla 2015 BM İklim Değişikliği Konferansı, Kopenhag’dan sonra en önemli toplantı olarak öne çıktı. Bunun sebebi hukuksal açıdan bağlayıcı ve radikal kararların alınması beklentisiydi, çünkü gezegenin daha fazla oyalanacak zamanı kalmamıştı. Sera gazı salımları sebebiyle ortaya çıkan küresel ısınma geri dönüşü mümkün olmayacak, altından kalkması zor küresel iklim değişikliklerine yol açmaya başlamıştı. Eldeki son anlaşma da zaten 2020 yılında sona erecekti.
Dağ fare doğurur
195 ülke ve tarafın katıldığı konferansın ardından Birleşmiş Milletler Genel sekreteri Ban Ki-moon, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ve COP 21 Başkanı Laurent Fabius açıklamalarda bulundu. Emperyalist kapitalizmin sözcüleri anlaşma metni için “iddialı”, “tarihi”, “çözümleri masaya getiren” gibi çarpıcı nitelemeleri tercih etseler de konferansı takip etmiş sivil toplum kuruluşu temsilcileri aynı heyecanı sergilemiyor. Örneğin Greenpeace yöneticisi Kumi Naidoo yaptığı açıklamada anlaşmada kullanılan teknik jargonun konunun doğrudan muhataplarının detayları anlamasını ve sürece katılmasını imkânsız kıldığını belirterek eleştiride bulundu. Paris’te bulunan pek çok kuruluşun temsilcisi de farklı sebeplerle hayal kırıklıklarını ifade ediyor.
Konferans öncesinde ve sırasında müzakereciler temsil ettikleri devletler adına niyet beyanında bulundu. Bu niyet metinleri her bir ülkenin önümüzdeki yıllar içerisinde izleyeceği sera gazı salımı miktarlarını ve eylem planlarını özetliyordu. Niyet beyanları, bağlayıcılığı bulunmayan gönüllülük ilanlarıydı. Buna rağmen konferans, sonuçları açısından daha ilk andan bir şokla karşılaştı. Ülkelerin niyet mektuplarına harfiyen uyması durumunda dahi anlaşma metnindeki 2 derecelik sıcaklık artışı hedefi tutturulamayabilir! Pek çok hesaplama niyet mektupları üst üste konduğunda yüzyıl sonunda 2,5-3,5 derecelik bir artış gözleneceğini öngörüyor. Yani anlaşmanın, parlatma girişimlerinin aksine tam bir fiyasko ile sonuçlanma ihtimali hayli yüksek.
Toplantı süresince küresel iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkeler, başta buzulların erimesiyle sular altında kalacak olan ada devletleri, artış hedefinin 1,5 derecenin üzerine çıkmaması için ısrarcı oldular, 2 derece ve üstünün kendileri için güvenli sayılamayacağını belirttiler. Değişikliklerden daha az etkilenmesi mümkün olan ülkeler ise büyüme kaygılarıyla 1,5 derece sınırına ikna olmadılar. Sonunda 2 dereceyi geçmemek üzere anlaşılsa da hedeflerle (1,5-2 derece) niyetler (2,5-3,5 derece) arasındaki açı her şeyi suya düşürebilir.
“Sahtekârlık… numara yapıyorlar… palavra…”
Devlet yetkilileri ve düzenin hık deyicisi sivil toplum kuruluşları yapılan anlaşmayı “tarihi” olarak sunuyor ama aslında ortada çok büyük bir sahtekârlık var. Yukarıda “Paris Anlaşması” olarak anılan konferans sonuç belgesinde tanımlanan hedefler ile ülkelerin niyet beyanları arasındaki tutarsızlıktan söz ettik. Oysa gelecekte niyet beyanları bile ileri düzeyde özlemler olarak kalabilir. Çünkü Paris Anlaşması hedef tanımlıyor ama o hedefe nasıl ulaşılacağı konusunda ülkelere bağlayıcı hiçbir yükümlülük getirmiyor!
Bu sahtekârlığın en önemli tanığı, iklim değişikliği tartışmasının en büyük otoriteleri arasında ilk sırada gelen bir bilim insanı. Öyle emperyalizm düşmanı falan da değil. ABD’nin uzay araştırmaları merkezi NASA adına bu konuda çalışmış olan Amerikalı James Hansen, (İngiliz gazetesi The Guardian’ın ifadesiyle) “iklim değişikliği konusundaki farkındalığın atası” olarak kabul ediliyor. Hansen, Paris Anlaşması’nı açık açık “sahtekârlık”, “numara”, “palavra” (“bullshit”) olarak niteliyor. “Laf salatası, vaat yok” diyor.
Bu, son derecede gerçekçi bir değerlendirmedir. Hansen, “fosil yakıtlar en ucuz yakıtlar olarak kaldıkça kullanılmaya devam edilecektir” derken, piyasa sisteminin “fiyat sinyalleri”nin dünyayı nasıl irrasyonel bir yere doğru taşımakta olduğunun da altını çizmiş olmaktadır. Fosil yakıtları daha pahalı yakıt kaynakları haline getirecek vergiler ise bu alandan büyük çıkarları olan dev şirketlerin varlığında konulamaz!
Peki, devletler neden hiçbir gerçekliği olmayan bir şeyi bu kadar allayıp pullayıp satmaya çalışıyor. Çünkü 2010 Kopenhag bir bozgun olmuştu. Kapitalizmin krizinin sistemi böylesine sarstığı bir tarihi dönemde kapitalist devletler ve en başta emperyalizm, halklara dönüp “biz dünyanın felakete doğru sürüklendiğini biliyoruz, ama bir şey yapamıyoruz” diyemezlerdi. Bu, kapitalizmin daha iyi bir dünya yaratmak bir yana, dünyayı bile bile tehlikeye atmakta olduğunun itirafı olurdu. Sahtekârlığın nedeni budur.
Çevreyi kirletmek için, dizel motorlarından izin verilenden daha fazla sera gazı salmak için bütün dünyaya yalan söyleyen Volkswagen gibi şirketler mi izin verecek fosil yakıtların devreden çıkartılmasına, yoksa kendi kârlılığı için okyanusları, içindeki bütün canlılarla birlikte ölü denizler haline getiren kudretli petrol şirketleri mi?
Türkiye gaza basacak
Türkiye kişi başına düşen sera gazı salımında dünya ortalaması civarında yer alıyor. Buna sığınarak önümüzdeki 15 yıl içinde sera gazı salımını azaltmayacağını, aksine arttıracağını açıkladı! 2030 yılına kadar hiçbir tedbir alınmadığı durumda yaşanacak artışı kısıtlamak şeklinde bir tutum belirleyerek, süre sonunda Japonya, Almanya, İngiltere ve AB ortalamasını sollamayı hedef olarak önüne koydu. Ne hedef ama! Dünyanın başına bela olacak, iklimleri değiştirecek gaz üretiminde dünyayı geride bırakmak… İnsan ve çevre dostu, yüce bir tutum! Türkiye ile benzer kişi başı salım ortalamasına sahip Çin, Güney Afrika ve Meksika ise Türkiye’nin aksine 2030’da salımlarını azaltmaya başlamış olmayı taahhüt etti.
Emperyalist tahakküm
Niyet beyanlarının bu kadar tutucu olmasının sebepleri var elbette. Emperyalist ülkeler 200 yılı aşkın zamandır üretilmiş sera gazı salımının büyük kısmından sorumlu. Üstelik tek sorumlu oldukları konu bu da değil. Gelişmekte olan ya da az gelişmiş diye anılan sömürge, yarı sömürge ve emperyalizme bağımlı ülkelerin halklarının, emekçilerinin düşük yaşam standartlarından da en az sera gazı üretimi kadar sorumlular. Dolayısıyla emperyalizme bağımlı ülkeler gelişme oranlarından taviz vermemek amacıyla gaz salımlarını kısıtlamak istemezken emperyalist ülkeler herkesin salım azaltmasını salık verdiler. İşin ilginci “gaz salımlarınızı azaltın” dedikleri ülkelerde yaptıkları yatırımlar yerli yerinde durup gaz çıkarmaya devam edecek.
Kıyametin koptuğu noktalardan biri de finansman meselesi oldu. İklim değişikliğinin etkileri ile savaşma, değişikliklere uyum ve gaz salımını azaltmak için gerekli dönüşümlerin yapılması için bedeli kimin ödeyeceği ortaya çıkacaktı. Emperyalist devletler mümkün olan en düşük bedeli ödemenin yanı sıra gelişmekte olan ülkeler olarak anılan emperyalizme bağımlı ülkeleri de mümkün olduğunca kaynak sağlamaya zorladılar ve bunda kısmen başarı da elde ettiler.
Salımların ve varılan aşamanın yeniden gözden geçirileceği bir tarih belirlenmesi üzerine de tartışmalar bir hayli yoğunlaştı. Neticesinde 2020 yılından önce herhangi bir gözden geçirme olmayacak. Zaten sonrasında da, herhangi bir yaptırım mekanizması öngörülmediği için, niyetlere uyulmazsa ne olacağını söylemek mümkün değil. Bütün bu başlıklardaki tartışmalar sebebiyle anlaşma metni zamanında değil bir gün sonrasında yayımlanabildi.
Ne olmalıydı? Neden olmadı?
Öncelikle durumun âciliyeti göz önüne alınarak sera gazı salımları başta emperyalist devletlerinki olmak üzere son derece hızlı biçimde düşürülmeliydi. Dünya çapında yenilenebilir enerjiye geçiş için çok yüksek bir hedef belirlenmeliydi. Bütün tartışmalar dünya halklarının denetimine açık biçimde, şeffaf olarak yapılmalıydı. Niyetler ve hedefler arasında herhangi bir açı kabul edilmemeli, ana hedef olarak 1,5 derecenin aşılmaması konmalıydı. Niyet beyanları buna göre gözden geçirilmeliydi. Her ülkenin planı ölçülebilir olmalı ve sorumluluklarını yerine getirmeyen ülkeler için yaptırım öngörülmeliydi. Sera gazı salımını dengeleyen orman varlıklarının korunması için âcil tedbirler alınmalıydı. Yüksek salım yapan ülkelerin düşük salım yapan ülkelerin kotalarını satın almasına dayanan karbon piyasası lağvedilmeliydi. 200 yılı aşkın süredir yarattıkları tahribatın bedeli olarak, kapitalizmin beşiği olan bu ülkeler iklim değişikliği ile savaşma, değişikliklere uyum ve gaz salımını azaltmak için gerekli dönüşümlerin yapılmasının bedelini ödemeliydi.
Elbette konferans bu sonuçları vermedi. Emperyalist devletler dünya üzerindeki ekonomik, politik ve askeri hegemonyalarını kullanarak diğer devletlere masada kendi şartlarını dayattılar. Petrol ve diğer karbon kaynakları alanında yatırımları bulunan ya da bu sektörlere göbekten bağlı (otomotiv vs.) emperyalist tekellerin baskıları sonucu zamanla yüzde 100’e ulaşacak biçimde çok yüksek bir yenilenebilir enerji hedefi konamadı. Tartışmalar binlerce delegenin katıldığı toplantılarda değil kapalı kapılar ardında, ikili anlaşmalarla, grupların gizli ortak tutumlarıyla belirlendi. Burjuva politikası açık tartışmalarla, demokrasiyle değil kulislerde her türlü kirli pazarlıkla şekillenir. Bu arada iklim değişikliğinden mağdur ülke ve grupların talepleri de emperyalist devletlerin sigortası işlevi gören karbon borsasını kapatmayı sağlamadı.
Kapitalizm ve emperyalizm; küresel iklim değişikliğinin de, ona karşı gerekli tedbirlerin alınamamasının da, uluslar arasında eşitsiz bedellerin ödenmesinin de, dünya halklarının ve emekçilerinin çıkarlarının kararlarda kendine yer bulamamasının da sebebidir. Tekrar belli olmuştur ki çevre sorunlarını insanlığın başındaki köklü bela olan emperyalist kapitalizm ile ilişkilendirmeden yol almak mümkün olmayacak. Gerekli mesafe kat edilene kadar iki adım ileri bir adım geri, mehteran takımı gibi ilerlerken çok geç kalınacaktı. Tür olarak, gezegenimiz Dünya’nın, insanlığın ve canlı cansız tüm doğanın ortak evi olduğu bilincine kavuşmanın, harekete geçmenin, bu ülküyü hayata geçirmenin eşiğindeyiz. Dünya devrimi adlı son bir bitirici vuruş ile engeli aşmak mümkün ve gerekli.
Dünya çapında merkezi planlama! Özel mülkiyete, ulusal çıkarlara son!
Konferansta iki alan vardı: biri devlet erkânının ve kapitalist tekellerin temsilcilerinin koşuşturduğu mavi alan, diğeri çevre gönüllüsü sivil toplum örgütlerinin mesken edindiği yeşil alan. Yeşil alan tarafından aslında zararsız ama belli konulara dikkat çeken pek çok eylem, etkinlik ve gösteri planlanmıştı. Paris’in daha yeni DAİŞ saldırılarına hedef olması bahane edilerek bunlar üzerinde çok ciddi kısıtlamalara gidildi. İçi kof olmasına rağmen özenle parlatılan konferansa gölge düşürecek en ufak etkinliğe izin vermemek için, Fransa devleti nezdinde emperyalist kapitalizm, kendi elleriyle büyümesine yol açtıkları tekfirci terörü bir kere daha kullandılar.
Gösteriler yapılabilseydi ne olacaktı? Orada bulunan kimsenin planları alt üst etmek gibi bir niyeti yoktu. İstedikleri duyarlılıklarının metinlere, anlaşmalara ve tutumlara yansımasıydı, kamuoyunun dikkatini çekmekti. Bu bile çok geldi, polis ablukası demokrasi kırıntısını boğdu. Sebebi bellidir. Emekçilerin ve mazlum halkların tatlı su çevrecilerinden bayrağı kapıp göndere dikmesi çağımızda ciddi bir olasılıktır. Tarih, sosyalizmi davet etmektedir, proletaryayı göreve çağırmaktadır. İnsanlığın ve gezegenin kaderi emekçilerin zaferine bağlı hale gelmiştir. Öyleyse en ufak bir gevşemeye izin verilemez. Aman büyü bozulmasın.
Birleşmiş Milletler’in yarattığı yanılsamaları bir kenara atarsak önümüzde çok daha kesin çözümler var aslında. Kapitalizm tek tek işletmelerin ve tekellerin özel çıkarları temelinde dünyayı yönetiyor. Bu parçalanmış özel çıkarlar arkalarına değişik devletleri alıyor. Farklı devletler farklı çıkarları dayatmanın araçları olarak iş görüyorlar. Bunun sonucunda hem verimsiz, hem milyarlarca emekçinin aleyhine hem de uluslar arasında eşitsiz neticelerle karşılaşıyoruz.
Sermayenin kâr mantığının iktidardan dışlandığı bir sistemde kaynakların, emeğin ve bilimin ihtiyaçlar temelinde demokratik biçimde planlanması dünya çapında merkezi olacaktır. Özel mülkiyete dayalı dar ufuklar, ulusal parçalanmışlıklar kapitalizmin illetidir. Bunların ötesine ancak emekçilerin ortak toplumsal mülkiyetine yaslanan bir ekonomik ve sosyal sistem geçebilir. Mazlum halkların sesi, Birleşmiş Milletler gibi emperyalist kurumlarda duyulmaz bile, ama Dünya Sosyalist Devletler Federasyonu’nda gümbür gümbür yeri göğü inletecektir.