TİP’ten günümüze: saflık ve safdillik
İşçi sınıfının ve sosyalizmin tarihi gelişmesinin erken bir aşamasında “saflık çağı” ya da “masumiyet çağı” olarak anılabilecek bir dönem yaşanıyor. İşçi sınıfı kitlesel ölçekte ekonomik (sendikalar) ve politik (partiler) mücadele ve örgütlenmeye giriştiğinde, toplumsal bellekte izler bırakmış deneyimler henüz yok. Daha önemlisi, işçiler henüz burjuvazinin politik kurumlarıyla kirli ilişkiler içine girmeyi öğrenememiş. O tür deneyimler içinde hareketin şu ya da bu nedenle bölünmesi, çirkin ayak oyunları, komplolar, iftiralar yaşanmamış. Herkes biraz safiyane giriyor mücadeleye. Öncü işçiler sosyalist aydınları bağırlarına basıyorlar. İlişkiler henüz burjuvazinin ağır propagandasıyla zehirlenmemiş.
Avrupa çapında bu yaklaşık 1830’lu yıllardan Paris Komünü’ne kadar sürmüş. Saflığın bilinen en çarpıcı örneği, işçi önderlerinin Marx ve Engels’i iki ayrı aşamada kendi örgütlerinin programını belirlemek üzere davet etmesi. Önce 1840’lı yıllarda sürgündeki Alman işçileri ikiliyi Komünist Birliğe çağırıyor, bunun ürünü bildiğimiz gibi ünlü Komünist Manifesto. Sonra Uluslararası İşçi Birliği, nam-ı diger I. Enternasyonal kurulurken başta İngiliz sendikacıları olmak üzere, Avrupa işçi sınıfının ve sosyalizminin önde gelen militanları Marx’ı örgütün tüzüğünü yazmaya davet ediyor. Marx bu örgütün en önde gelen yöneticisi ve sözcüsü olacaktır.
Marx ve Engels çok köşeli ve berrak görüşlere sahip. Saflık dönemi tek tek ülkelerde de yaşanıyor, o zaman bazı ülkelerde çok hesapçı olmayan, iyi niyetli, ama kafası karışık birtakım sosyalist önderler ortaya çıkıyor. Bizce bunun klasik örneği Fransız sosyalizminin Cihan Harbi öncesindeki büyük önderi, eşsiz hatip Jean Jaurès’tir. Jaurès’te birbirini tutmayan bir sürü düşünceyi bir arada görebilirsiniz. Hem yurtseverdir, hem enternasyonalist. Hem liberaldir, hem Jakoben. Hem burjuva devrimcisidir, hem sosyalist.
Tam yarım yüzyıl önce, 1965 seçimlerinde meclise 15 milletvekili sokarak Türkiye’yi şaşkına çeviren Türkiye İşçi Partisi (TİP) de, onun sembolik olarak en önemli lideri Mehmet Ali Aybar da Türkiye sosyalizminin “saflık çağı”nın temsilcileridir. Bir kere, şu paralellik çarpıcıdır. Aynen Marx’a yapıldığı gibi, TİP’te de 1961 yılında partiyi kendi başlarına kurmuş olan sendikacılar 1962’de gelip Aybar’a parti başkanlığı önermişlerdir! (Bu, Aybar’ı başka bakımlardan Marx’la karşılaştırılacak bir şahsiyet olarak görmeyi gerektirmez elbette.) Başka şeyler de var. TİP dünya sosyalizmi içinde büyük çatlaklar yaşandığı bir dönemde gün yüzünü gördüğü halde 1968 yılına kadar bütün sosyalistleri çatısı altında toplayabilmiştir. Aybar’a gelince, onda ne ararsanız vardır: Kemalizm de vardır, liberalizm de. İşçicilik de vardır, aydın kibri de. Anti-emperyalizm de vardır, Batı hayranlığı da. Türkiye sosyalizmi de önderiyle birlikte aynı karma ideolojik yapı içinde yürümektedir. 1961 Yön Hareketi’nden beri Che Guevara’nın anlatıldığı nice yayında İsveç sosyalizmi propagandası da vardır.
İşte TİP böyle bir saflık çağında parlamentoya büyük bir umut bağlamış insanların partisidir. Her seçimde büyüyerek sonunda iktidara oynayabileceklerine inanan insanların. İnandıkları şeye de sıkı sıkıya sarılmışlar, mecliste Demirel’in haydut milletvekillerini zıvanadan çıkartacak bir muhalefet yapmışlardır. Sonra 1968 gelmiş, farklılıklar bütün ağırlığıyla kendini hissettirmiş, reformist ile devrimci ayrışmıştır. Artık hiçbir şey TİP türü bir partiyi yeniden doğuramaz.
Bir kez reformizm ile devrimcilik, parlamentarizm ile devrimci mücadele, oportünizmle bağımsız sınıf tavrı birbirinden gerçek dünyada ayrıştıktan sonra, 1960’lı yılların TİP kadrolarının içinde bulunduğu hayalciliği yeniden yaşamaya, parlamentoya o dönem gibi umut bağlamaya kalkışmak, saflık değil safdillik oluyor. Yani henüz dünyanın pisliğini görmemiş masum insanın yerini, pisliği kendisi görmüş ya da görenlerce uyarılmış, burjuvazinin işçi sınıfı ve ezilenlerin saflarındakileri nasıl satın alabileceğini öğrenmiş, ama yine de kanmaya istekli bir insan tipolojisi alıyor. Bugün parlamenter dar kafalılığa o günkü gibi hoşgörü ile yaklaşmak mümkün değil.
O yüzdendir ki, bugünün görevi düzenin gönüllü savunucularının güdümünde olacak bir Türkiye İşçi Partisi’ni kurmak değildir. Bugünün görevi, Devrimci İşçi Partisi’ni kurmaktır. Kanmayı ve satın alınmayı reddedenlerin partisini. Bugün gereken TİP değildir, DİP’tir. İşin doğası gereği, devrimci bir parti, saflık çağının partisi gibi kitlesel çıkamayacaktır yola. Ne de kolay kitleselleşebilecektir. Ama bir kez kitleselleştiğinde hiçbir meclise sığmayacak yepyeni bir dünya yaratma kapasitesine kavuşmuş olacaktır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2015 tarihli 72. sayısında yayınlanmıştır.