Şovenizm düşmanı bir burjuva devrimcisi: Ölümünün 85. yılında Ahmed Rıza
Beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı mülkümü de sat, bu hiçbir vakitte caiz değildir. Bunu ne Osmanlı vicdanı kabul eder ne de kanun. (…) Ermenilerin malı kısmen yağma edildi. Kuvve-i teşriiye [yasama organı] kanunu reddedinceye kadar elde bir şey kalmayacak.
Ahmed Rıza, Aralık 1915, Osmanlı Meclisi’nde tehcir edilen Ermenilerin mallarına el konulmasını öngören Emval-i Metruke Kanunu Muvakkatası [Geçici Yasası] görüşülürken
“İttihatçı kafa” son yıllarda, hatta son on yıllarda çok sık duyduğumuz bir ifade. Buna göre, İttihatçılık başından itibaren tepeden inmeci, komplocu, demokrasi düşmanı, Türk şovenisti bir ideoloji ve siyasi akımdır. Koskoca bir devrimin (1908) karakterini ve bu devrimin açtığı Türkiye tarihinin en parlak ve ilerici dönemlerden birini (1908-1913) görmezlikten gelen bu yaklaşım, aslında Türkiye soluna liberalizm zerk etme işlevini taşır. İttihat ve Terakki’nin 1913’ten sonra içine girdiği gerici yönelişi, pan-Türkizmini ve pan-İslamizmini, Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na sokma cinayetini, o savaş içinde işlenen Ermeni soykırımı suçunu yerden yere vurmak elbette doğrudur. Ama bu yeni yöneliş 1908 Hürriyet devrimi çerçevesinde, en azından büyük Fransız devriminden (1789) beri devam eden bir devrim yasasının bizdeki bir tezahürüdür: devrimin önderliğinin bir bölümünün, devrimin ana zemini üzerinde kalmakla birlikte gerici bir yöneliş içine girmesi anlamında Termidor. 1913-1918, 1908 Hürriyet devriminin Termidor’udur. İttihatçı önderliğin, en başta Enver, Talât ve Cemal Paşa’lardan oluşan Triumvira’nın (üçlü yönetimin) korkunç politikaları Termidor’un ana aktörleri olmalarındandır. Onların bu yönelişi, 1889’dan beri burjuva demokratik bir doğrultuda mücadele etmekte olan İttihat ve Terakki’nin doğası gereği böyle olduğunu göstermez. 1908-1913 döneminin ileri atılımının değerini bütünüyle ortadan kaldırmaz. Tam tersine: 1908-1913 döneminin ileri atılımı, modern çağın eşiğinde Osmanlı toprağında nasıl bambaşka çözümlerin mümkün olduğunu göstermek bakımından da, Triumvira’nın benimsediği Türkçü politikanın aslında kaçınılmaz olmadığını ortaya koymak açısından da önemlidir. Sosyalist hareket (mesela Rusya’da veya daha sonra Çin’de olduğu gibi) güç kazanabilseydi, Osmanlı’dan nasıl bir yeni devlet çıkartabilirdi, onun çizgilerini gösterir. Marksizmi determinizmle suçlayan liberaller, kendileri neredeyse Osmanlı’nın böyle despotik, zorba, gerici politikalara mahkûm olduğunu söylemiş oluyorlar. Ya da bunun alternatifi olarak, Prens Sabahattin’in “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet” adını taşıyan liberalizmini tek seçenek olarak gösteriyorlar.
Liberalizmin Türkiye tarihine ilişkin yorumunun 1908 devrimine ve İttihatçılığa bu yaklaşımı, sanki İttihat ve Terakki’nin bütün önderliği soykırımcıymış, elini Ermeni kanına bulamış gibi bir izlenim bırakabilir. Bu yalandır. 1908 devriminin iki büyük askeri kahramanından biri olan Resneli Niyazi için bunu söyleyemezsiniz. 1908 sonrası politikaya girmeyen bu burjuva devrimcisi, bir bakıma İttihatçılığın orijinal devrimci karakterinin müzeleşmiş bir cisimleşmesidir. Ama daha önemlisi, politikaya devam ettiği ve çok önemli konumlarda yer aldığı için Ahmed Rıza’dır. 1908 öncesinde İttihat ve Terakki’nin tarihi önderi konumunda olan, en azından 1895 ile 1908 arasında Cemiyet’in en önde gelen ismi olan Ahmed Rıza, bu bakımdan liberal tezi çürütmek bakımından son derecede önemlidir. Bu yıl Ermeni soykırımının 100. yılını idrak etmemiz vesilesiyle, ölümünün 85.yıldönümü olan 26 Şubat günü İttihatçılığın ya da en azından kendisinin İttihatçılık içinde temsil ettiği ana akımın orijinal tarihi projesine sadık kalmış biri olarak Ahmed Rıza’yı anmak bunun için önemlidir. Elbette, geç kalmış burjuva devrimleri proleter devriminden korkusu içinde dünya çapında burjuvazinin gericileşmiş olduğu bir çağda ortaya çıktığı için klasik burjuva devrimlerinden daha geri ve gerici eğilimleri barındırır. Dolayısıyla, Ahmed Rıza’nın bütün siyasi hayatı boyunca girdiği ittifaklara ve aldığı tavırlara, bırakalım bir sosyalistin gözünden, bir burjuva devrimcisi olarak bile bütünüyle kefil olmak söz konusu olamaz. Ama Jön Türk hareketi de, 1908 Hürriyet devriminin öteki bileşenleri olan Ermeni ve Makedon devrimci önderlikleri de bazı yönleriyle klasik burjuva devrimine en yakın olan bir devrimi yaratan eğilimler taşımışlardır. Ermeni ve Makedon devrimci hareketlere girmenin yeri burası değil. Biz Jön Türk hareketinin içindeki en ilerici damarı temsilen Ahmed Rıza’ya bakalım. Şöyle diyebiliriz: Ahmed Rıza, siyasi hayattan çekildiği 60’lı yaşlarına kadar Jön Türk hareketi içinde sonuna kadar jön kalan ender şahsiyetlerdendir! (Burada elbette “jön” kavramını Yeşilçam’da kazandığı “yakışıklı” anlamında değil, Fransızca orijinalinde ve Jön Türk kavramında ifade ettiği “genç” anlamında kullanıyoruz.)
Anti-emperyalist
Gerçekten de, hiçbir Hıristiyan devletin Müslümanların vicdanlarına kaideler yerleştirmeye ve hayatlarını tanzim etmeye kalkışmaya, özellikle ahlaki yönden, asla hakkı yoktur. Her bir memleket en uygun bulduğu sistemi, kendi başına seçmesi ancak kendine ait bir haktır.
Ahmed Rıza
Ahmed Rıza (1859-1930) kurulduğu 1889’dan 1908’deki devrime kadar büyük bir kargaşa içinde gelişen, Osmanlı’nın başkent İstanbul ve Selanik gibi ileri fikirlerin beşiği olan kentlerinin yanı sıra yurtdışında değişik merkezlerde (Paris, Cenevre, Kahire) örgütlenen ve yayın yapan, içinde neredeyse birbirine karşıt ideolojik akımlar besleyen, kongrelerini Arap, Ermeni, Bulgar, Arnavut halklarının örgütsel temsilcileriyle birlikte yapan, çok başlı bir örgüt tablosu çizen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ya da daha gevşek bir nitelemeyle Jön Türk hareketinin en önemli fikri önderidir. Pozitivizmin kurucusu olan 19. yüzyıl Fransız düşünürü Auguste Comte’un fikirlerine bütünüyle bağlanmış, Paris yıllarında onların derneklerinde aktif olarak çalışmıştır. Bu nedenle modern bilimlere muazzam önem verir, Osmanlı-Türk burjuva devrimci hareketi içinde ateizme en yakın fikri önder olarak başı sık sık belaya girmiştir. Ahmed Rıza, 1895 yılından 1908’e kadar yaşadığı Paris’te ve zaman zaman devlet baskısı dolayısıyla göçmek zorunda kaldığı İsviçre ve Belçika’da, kâh Türkçe, kâh yasaklarla mücadelede geri düştüğünde Fransızca, kâh her iki dilde birden yayınlanan Meşveret adlı 15 günlük bir siyasi derginin editörü olarak Abdülhamid’e karşı burjuva demokratik muhalefetin en önemli sesi olmuştur. Devrimden sonra 1908 Eylül’ünde, doğduğu İstanbul kentine dönüşünde büyük bir devrim kahramanı olarak karşılanmıştır. Enver ve Niyazi Bey’ler Abdülhamid’e karşı elde silah direndikleri için “hürriyet kahramanı” olarak anılırlar. Ama onlardan bir kuşak büyük olan Ahmed Rıza da devrimin ideolojik ve politik mayasının oluşturulmasında ve sürekliliğinde en önemli rolü oynamıştır. Bu yüzden Aralık seçimlerinde Meclisi Mebusan’a seçildikten sonra meclisin iradesiyle başkanlığına getirilmiştir. Meclis başkanlığını alırken düzenlenen yemin töreninde Allah adına and içmemekte ısrar ediyor. Tarih 1908. Çipras’tan bir yüzyıl önce! Türkiye toprağında burjuva devrimciliğini küçümseyenlere ders olsun!
Ahmed Rıza’nın Türkiye’de burjuva devrimciliğinin gelişmesi içinde temsil ettiği yeri anlayabilmek için 1902 Birinci Jön Türk Konferansı en önemli dönüm noktalarından biridir. Paşa oğlu Prens Sabahaddin’in 1899’da babasıyla birlikte yurtdışına kaçarak muhalefete katılmasından sonra 1902’de onun inisiyatifiyle toplanan bu konferansta iki program çarpışmıştır. İlki Prens Sabahaddin’in, yukarıda da sözü edilen “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet” programıdır. Adından anlaşılacağı (yani “Kişisel Girişim” anlamına gelen “Teşebbüs-ü Şahsi”nin ortaya koyduğu) gibi, Prens koyu bir kapitalizm yanlısıdır, yerli burjuvazi ile uluslararası burjuvazinin ittifakını amentüsü yapmıştır. Bu aslında burjuva devrimciliği içinde her zaman var olmuş iki ayrı damarın Türk burjuva devrimci akımı içinde de boy gösterdiğini düşündürüyor bize. Bu alanda yeni kuşak araştırmacılara daha çok iş düşüyor, ama şimdilik elde var olan araştırmalar, İstanbullu Ahmed Rıza’nın Anadolu’ya çıktığında köylünün yoksulluğundan çok etkilendiğini, bu yüzden köyün sorunlarına çözüm bulabilmek için Paris’te ziraat okuduğunu, eğitiminden sonra da bu sorunu önemsediğini gösteriyor. Yani Ahmed Rıza’nın devrimciliğinde yoksul kitlelerin sorunlarına modern sanayinin katkılarıyla çözüm bulmak önemli bir tetikleyici rolü oynamıştır. 19. yüzyıl ortalarında örneğin İtalyan devrimcisi Garibaldi gibi şahsiyetlerde de benzeri eğilimler görmek mümkündür. Buna karşılık Prens’in hareket noktası çok daha fazla burjuva devrimciliğinin öteki damarına, doğrudan doğruya tüccarın ve yeni doğmakta olan tarım ve sanayi kapitalistlerinin “girişimci ruhu”nun önünün açılmasına dayanmaktadır.
Prens’in programının ikinci boyutu ise hep İttihatçılığın despotik ve Türkçü damarının karşısındaki siyasi alternatif olarak sunulmuştur. “Adem-i Merkeziyet” (“adem” sözcüğü “yokluk” anlamına gelen bir kelimedir ve buradaki “a” harfi, “Âdem baba” gibi bağlamlara karşıt olarak kısa okunur), yani en yakın modern Türkçe kavramla yerinden yönetim, Prens’in demokratlığının ve azınlık denen milliyetlerin çıkarlarına saygısının işareti gibi görülmüştür. Türkiye’nin siyasi düşünce tartışmalarında bu iki boyutun öne çıkması çok tipiktir. Evet, doğrudur, Prens Sabahaddin’in karşısındaki öteki ana eğilimin önderi olan Ahmed Rıza merkeziyetçidir. Bunu en azından Batı’da siyasi merkeziyetçiliğin timsali olan Fransız kültürünün bir etkisi olarak açıklayabiliriz. Ama liberaller gibi adem-i merkeziyetçiliği demokratiklikle, merkeziyetçiliği ise istibdat ile özdeşleştirme önyargınız yoksa, buradan Prens Sabahaddin demokrattı, Ahmed Rıza tipik İttihatçı kafanın temsilcisi olarak demokrasi düşmanıydı ve azınlıkların haklarını reddediyordu diye sonuçlara sıçramamanız tavsiye edilir!
Prens Sabahaddin-Ahmed Rıza tartışmasının ya da Jön Türk hareketinin içinde liberallerle merkeziyetçiler arasındaki tarihi tartışmanın anlamını kavrayabilmek için, tartışmanın genellikle görmezlikten gelinen, liberallerin ısrarla ve bizce kasıtlı olarak arka plana attığı üçüncü boyutunu da işin içine sokmak gerekir. Bu, Osmanlı topraklarında burjuva devriminin yükseliş çağında (kabaca 1880’li yıllardan 1920’li yıllara kadar süren yarım yüzyıl boyunca) bizce kilit sorundur. Prens Düvel-i Muazzama’nın, yani emperyalist ülkelerin müdahalesinden yanadır; Ahmed Rıza ise “adem-i müdahale” tezini savunmakta, yani emperyalizmin Osmanlı’nın iç işlerine karşımasını reddetmektedir. Ahmed Rıza, burjuva devrimci kampında, içinde bulunduğu burjuva konumun getirdiği çelişkilerin ve tahditlerin çerçevesi içinde, en anti-emperyalist damarı temsil eder. Batı’nın bilimini, sanayisini ve kapitalizmini almayı herkesten fazla savunur, ama Batı’ya mandacı bir boyun eğmeye en fazla karşı çıkan da odur. (Birinci Dünya Savaşı sona erip İttihatçı önderlik yurtdışına kaçınca doğan boşlukta yalpaladığı söylenebilir. Ama kısa süre içinde kendini toparlamıştır.)
Ahmed Rıza’nın “adem-i müdahale” tezi, bize onun Prens’in “Teşebbüs-ü Şahsi” ilkesi konusundaki tavrının da anahtarını veriyor. Prens “müdahale” taraftarı olduğu için Osmanlı’da kapitalizmin gelişmesini yabancı sermaye ile kol kola yürüyen bir yerli burjuvazinin ürünü gibi görüyordu. Ahmed Rıza’nın mantığı ise yerli bir burjuvazinin faaliyetleri üzerine yükselen bir kapitalizme daha yatkındır. Hangisinin daha gerçekçi olduğu ayrı. Emperyalizm çağında Ahmed Rıza’nın yaklaşımı ancak geçici ve istisnai dönemlerde gerçekçi olabilir. İnsanın tutarlı olarak anti-emperyalist olması için sosyalist olması gereklidir.
Ahmed Rıza’nın “adem-i müdahale” doğrultusu Osmanlı’da burjuva devrimciliği için burada anlatılamayacak kadar büyük bir önem taşır. Prens Sabahaddin teferruattır. Özgürlüğü Düvel-i Muazzama’nın müdahalesiyle getirme stratejisini benimseyen güçler arasında en önemlisi Ermeni devrimci hareketidir. Bu, bu bahtsız ulusun devrimci hareketinin en önemli tarihi hatasıdır. Bu çok önemli konuyu başka bir yazıda ele alacağız.
Osmanlı Termidor’unun cinayetleri sınavında Ahmed Rıza
Türkiye solunda ve daha genel olarak aydınları arasında yukarıda Ahmed Rıza konusunda anlatılanlar hemen bir kaşıntı doğuracaktır: “Dış müdahaleye karşı, bugün olsa Avrupa Birliği’ne karşı olurdu. Merkeziyetçilikten yana, bugün olsa ‘ulusalcılar’ gibi olurdu. İşte İttihatçı kafa. Bunların Ermenileri soykırıma uğratmasından olağan ne var?” Yukarıda böyle aceleci sonuçlara ulaşmaya karşı uyardık, burada meselenin özüne giriyoruz.
İttihatçılığın Termidorcu bozulmasına Ahmed Rıza bulaşmamıştır. Babıali baskınına da, Birinci Dünya Savaşı’na girilmesine de karşı çıkmıştır. (Meclisi Mebusan başkanı olarak yine de devlet sorumlulukları üstlenmiş, ama Enver Paşa’ya karşıt olarak İtilaf devletleriyle ittifak müzakerelerini sürdürmüştür. Bu dönemde Osmanlı hükümeti içinde savaş karşısındaki tavırlarda sezilen farklılıklar daha araştırılmayı bekliyor.) Ama en önemlisi Ermeni tehcirinin ve soykırımının karşısında yer almıştır.
Ermeni tehcirinin yasal çerçevesini hazırlayan bir dizi yasa arasında ikisi temel önem taşır. Bunlardan ilki 27 Mayıs 1915 tarihinde yasalaşan Tehcir Kanunu’dur. Öteki ise (10 Haziran’da çıkartılmış olan bir ilk talimatnameyi tamamlayacak biçimde) 26 Eylül 1915’te yasalaşan Emval-i Metruke Kanunu’dur (“Terk Edilmiş Mallar Yasası”). Her iki kanun da Kanun-u Muvakkata’dır, yani geçici yasa. Bunun anlamı, bunların Osmanlı meclisinden geçmeden uygulamaya konulmuş olduğudur. Yasa çıkarmaya esas yetkili organ olan meclis, Tehcir Kanunu’nu tartışmamıştır bile! “Kanun-u Muvakatta”ların anayasaya göre meclise getirilmeleri gerektiği halde bu kanun meclisin tatilde olduğu gerekçesiyle meclise getirilmemiştir. Buna karşılık Emval-i Metruke Kanunu Osmanlı meclisine gelmiştir. Ahmed Rıza o aşamada meclisin üst kanadı (bugünkü senato karşılığı olarak düşünülebilir) olan Meclisi Ayan üyesidir. Ekim başı ile Aralık başı arasında ısrarla bu yasaya karşı mücadele etmiştir.
Ahmed Rıza genel olarak tehcire karşı çıkmış, çoktan başlamış olan uygulamaya son verilmesi için mücadele etmiştir. İşin parlamenter ayrıntıları bizi burada ilgilendirmez. Şu kadarını söyleyelim. Ahmed Rıza, Emval-i Metruke Kanunu’na hem anayasaya uygunluk bakımından, hem de içeriği bakımından karşı çıkmıştır. Ayrıca, yaklaşan kış aylarında tehcire gönderilmiş Ermenilerin yaşayacağı ağır koşullara karşı bir kanun-yasa senin tasarısını sunmuştur.
İçerik bakımından Ahmed Rıza’nın tezini iyi anlamak gerekir. Kısaca özetlenirse şöyledir söyledikleri: Ermenilerin mallarını “emval-i metruke” olarak nitelemek yasadışı olur. Çünkü Ermeniler yurtlarından gönüllü olarak ayrılmış değildir. “Zorla, cebir ile” kopartılmışlardır. Şimdi hükümet kalkmış kendi memuruna bu malları sattırıyor. Kimse ben istemedikçe benim malımı satamaz. Bu, Anayasa’nın 21. maddesine aykırıdır. Bu kabul edilemez. Şöyle der Ahmed Rıza: “Beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı mülkümü de sat, bu hiçbir vakitte caiz değildir. Bunu ne Osmanlı vicdanı kabul eder ne de kanun.” Maalesef başarıya ulaşamaz. (Ahmed Rıza’nın bu çabasında tek başına mı kaldığı yoksa bir grubun lideri olarak mı hareket ettiği tam bilinmiyor. ABD Büyükelçisi Morgenthau anılarında hep “Rıza ve arkadaşları”ndan söz eder. Ama biz hiçbir kaynakta başka bir isme rastlamadık. Bunu araştırmak anlamlı sonuçlar verebilir.)
Ahmed Rıza, Enver, Talât ve arkadaşlarının 1 Kasım 1918 günü Almanya’ya kaçmasından sonra 21 Kasım tarihinde Meclisi Ayan’da bir önerge veriyordu. Bu önergede hem Birinci Dünya Savaşı’na girme kararı dolayısıyla hem de “tehcir nâmı altında yapılan mezalim” dolayısıyla sorumluların Yüce Divan’a verilmesi teklif ediliyordu. Ahmed Rıza gerekçe kısmında tehcir konusunda şunu söylüyordu: “Bilcümle Osmanlılar hakkında birçok ef’al [fiiller] ve cinayât dahi irtikâb edilmiş ve bilhassa Arap, Ermeni, Rum vatandaşlarıma şimdiye kadar Tarih-i Osmanide emsali görülmedik mezalim icra olunmuştur.” Meclisin bazı üyeleri (bugün de sık sık yapıldığı gibi) sadece azınlıkların değil Türklerin de mezalim yaşamış olduğunu ileri sürünce Ahmed Rıza, herkese bugün bile ders olması gereken şu cevabı vermiştir: “Vazifesini ifa etmeyen hükümettir. Hükümet ise maateessüf Türk hükümeti olduğu için, Türk’ün çektiklerini ortaya alenen koymadım. Evet, onlar da mazlumdur. O hükümet, Türk’e de acımamıştır.” Ahmed Rıza, soykırım konusunda bugün yapılan tartışmalarda (örneğin karşılıklı kırım tezi) var olan kafa karışıklığına yalın bir cevap veriyor: Bir ülkede olan bitenden hükümet sorumludur!
Mütareke döneminde birçok farklı siyasi odak birçok farklı saikle (İttihatçılardan intikam alma, emperyalist devletlere yaranma, kendini sorumluluktan kurtarma vb.) Ermeni “tehcir ve taktil”ine eğilmiş, sorumluların yargılanmasını talep etmiştir. Bunların sonucunda bir mahkeme kurulmuş ve en üst düzey İttihatçılar da gıyaben olmak kaydıyla sorumluların bir bölümü yargılanmıştır. Ama Ahmed Rıza’yı bu tür bir yaklaşımla özdeşleştirmek mümkün değildir. O, tehcirin ve soykırımın bağrında ona karşı mücadele etme kahramanlığını göstermiştir! Ayrıca yeni kırımları engellemek için de çaba göstermektedir. Bu bakımdan 26 Mayıs 1919 tarihinde mecliste yaptığı konuşma çok önemlidir. Şöyle diyor: “Elim bir şekilde gördüğümüz tehcir ve kıtaller –eskisini söylemiyorum- bugün yeni gördüklerimiz bu defa da başka yerlerde çıkar. Buna mani olmak için şimdiden teşebbüslerde bulunmak lazım gelir.”
Doğrudur, Ahmed Rıza bir süre kafası karışıp Sultan Vahdettin ve Damat Ferit’le yakınlaşmış gibi görünmektedir. Ama çok kısa süre içinde onlardan kopmak zorunda olduğunu kavramıştır. Bu aşamada (1919) yüzünü Anadolu hareketine, Milli Mücadele’ye dönmüş, Paris’e giderek Batı’da sistematik olarak onun savunusunu yapmaya girişmiştir.
Ahmed Rıza’nın Ermeni tehcir ve soykırımı ile henüz yaşanırken mücadeleye girişmiş olması en azından üç meseleye çok önemli bir ışık tutar. Birincisi, soykırıma bulaşmayan, hatta onunla mücadele eden birçok başka yönetici ve halktan insanla birlikte, Ahmed Rıza’nın bu davranışı Türk ulusunun yüzünü ağartan bir tavır olmuştur. Gerçekten böylesine bir insanlık suçunu bütün bir ulusa mal etme telaşının yanlışlığını bu insanların varlığı somut olarak kanıtlar.
İkincisi, Ahmed Rıza’nın bu davranışı başka bir şey daha gösterir: İttihatçılık sadece Enver ve Talât değildir. Hatta tersine, Enver ve Talât ittihatçılığın bozulmuş, yozlaşmış, Termidorcu halidir. Esas İttihatçılık Ahmed Rıza’nın temsil ettiği, halkların kardeşliğine dayanan burjuva devrimciliğidir.
Üçüncüsü, daha teorik-ideolojik bir noktadır: sol liberalizmin on yıllardır solda yaydığı anlayışa karşıt olarak, merkeziyetçiliğin zorunlu olarak demokrasi düşmanlığı anlamına gelmediğini kanıtlar. Ahmed Rıza bir merkeziyetçi olarak Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni soykırımı sınavlarından başarıyla geçmiştir. Dikkat buyurulsun: Bizim burada söylediğimiz, Osmanlı’nın veya günümüz Türkiye’sinin sorunlarının ille de merkeziyetçi bir anlayışla çözülmesi gerektiği değildir. Bazı durumlarda merkeziyetçilik, bazı durumlarda federalizm, bazı durumlarda uç adem-i merkeziyetçilik doğru olabilir. Her durum için doğru olan bir çözüm yoktur. Bizim burada söylediğimiz şudur: Merkeziyetçilik ile istibdadı, adem-i merkeziyetçilik ile demokrasiyi özdeşleştirmek, solda bugün çok yaygın olan o liberal görüş, baştan aşağı yanlıştır. (Şunu da ekleyelim. Bir burjuva devrimcisi ve bir pozitivist olarak Ahmed Rıza’nın halka çok güveni yoktu ve öngördüğü siyasi rejim otoriter bir rejimdi. Ama en azından Lenin’den beri bildiğimiz gibi demokrasinin en önemli boyutlarından biri olan uluslar arasında ilişkiler bakımından Ahmed Rıza merkeziyetçi ama demokrattı.)
Son bir noktaya değinelim ve bitirelim. Ahmed Rıza Milli Mücadele yıllarında Anadolu’daki sorunların “her milletin kendi mukadderatını kendisinin belirleme hakkı” temelinde çözülmesini savunmuştur. Milli Mücadele’ye verdiği destek bu temeldedir. Bu yaklaşımın Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinden ne kadar etkilenmiş olduğu ancak araştırma yoluyla keşfedilebilir. Çünkü artık Ekim devrimi gerçekleşmiştir ve Ahmed Rıza’nın (Batı dünyasıyla sıkı ilişkisi de göz önüne alındığında) Ekim devrimi ve önderliği konusunda bilgi sahibi olduğunu sorgulamak için hiçbir neden yoktur. Ama öte yandan zaman zaman ABD başkanı Wilson’un bu yöndeki ilkesine de referans yaptığı biliniyor. Ahmed Rıza’nın Bolşevik devrimi konusundaki fikirlerini keşfetmek ilginç sonuçlar verebilir.
Bu yazıdaki alıntılar ve bazı olgusal bilgiler için şu kaynaklardan yararlanılmıştır:
Taner Akçam/Ümit Kurt, Kanunların Ruhu. Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek, İstanbul: İletişim, 2012.
Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrımüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, İstanbul: İletişim, 2006.
Vahakn Dadrian, Ermeni Soykırımı Tarihi. Balkanlardan Anadolu ve Kafkasya’ya Etnik Çatışma, İstanbul: Belge Yayınları, 2009.
Eminalp Malkoç, “Doğu-Batı Ekseninde Bir Osmanlı Aydını: Ahmed Rıza yaşamı ve Düşünce Dünyası”, http://ataturkilkeleri.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2013/03/ydta-11-malkoc.pdf, indirme tarihi: 23 Şubat 2015.