Avrupa, Hindistan, Ukrayna, Mısır: dünyada gericilik yükseliyor
Uluslararası alanda gericilik, sadece IŞİD ya da IBSİD’in Suriye ve Irak’ta elde ettiği mevziler yüzünden ileri adımlar atmıyor. 25-28 Mayıs arasında dünyanın üç ayrı yöresinde (Avrupa Birliği, Ukrayna, Mısır) çok önemli seçimler yapıldı, bir ülkede de (Hindistan) tam o sıralarda uzun süren seçimlerin sonucu ilan edildi. Dört seçimde de baskın sonuç gericiliğin, hatta faşizmin kuvvetli bir atak yapmasıydı. Avrupa Birliği’nde faşizm uzun zamandır görülmediği kadar güçlendi. Ukrayna’da faşist hareketlerin de içinde koalisyon ortağı olarak yer aldığı bir yönetim kendini meşrulaştırmak amacıyla başkanlık seçimi düzenledi, bir kapitalist para babası seçimi kazandı. Mısır’da Mübarek’i üç yıl önce devirmiş olan devrim eski rejimin temsilcilerine (“fülul”) yenildi, Genelkurmay Başkanı El Sisi başkan seçildi. Bu arada dünyanın ikinci en büyük ülkesi Hindistan’da geçmişte bir Müslüman katliamından sorumlu olduğunu cümle âlemin bildiği milliyetçi bir Hindu köktendincisi Narendra Modi seçimleri açık ara kazandı. Büyük Depresyon, büyük tehlikeler yaratarak derinleşiyor. 2011’de büyük bir atak yapan Akdeniz devrimine faşizm ve gericilik cevap veriyor.
Faşizm Avrupa’da çirkin başını kaldırdı!
“Demokrasi ve sosyal devletin cenneti” diye övüle övüle bitirilemeyen Avrupa, Devrimci İşçi Partisi’nin yıllardır uyardığı gibi, faşizmin cenneti haline geliyor! 25 Mayıs’ta yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde faşist ya da ırkçı partiler ikisi AB’nin belirleyici ülkeleri olan üç ülkede (Fransa, Britanya, Danimarka) birinci geldiler. Başka bazı ülkelerde oylarını arttırdılar (Yunanistan, İsveç, Avusturya) veya durumlarını sağlamlaştırdılar (Macaristan, Bulgaristan) ya da varlıklarını korudular (Hollanda, Finlandiya). Faşizmden o kadar çekmiş olan Almanya’da bile açıkça Nazizmin devamı olmayı hedefleyen bir parti (NPD) ilk kez AP’ye bir temsilci yollamayı başardı!
Özellikle Fransa’da Marine Le Pen adındaki kadın liderin yönettiği Front National (FN-Ulusal Cephe) adını taşıyan partinin başarısı, bu ülkenin ve bütün Avrupa’nın siyasi çerçevesini değiştirebilecek kadar önemli. Fransa açısından bakıldığında, merkez sağ (UMP) ve merkez sol (PS, yani halen iktidarda olan sözde Sosyalist Parti) dışında, onların her ikisine de meydan okuyan ve Fransız siyasi yelpazesini altüst eden yeni bir gücün yükselişine tanık oluyoruz. FN, ırkçı, göçmen düşmanı bir parti. Kapitalizmin yarattığı bütün sorunları (işsizlik, yoksulluk, harap mahalleler, güvensizlik vb.) göçmenlerin varlığına bağlayan, Fransız asıllı yoksulları, çoğunluğu eski Fransız sömürgelerinden gelmiş öteki yoksullara karşı kışkırtarak güçlenen bir parti.
Ama son dönemdeki esas büyük atağı başka bir zeminde gerçekleşiyor. Dünya ekonomik krizinin zayıf halkası olan Avrupa kıtasında yaşanan sorunlar bağlamında, Avrupa Birliği’nin işçi ve emekçileri yoksullaştırıcı politikalar gütmesi karşısında Marine Le Pen AB karşıtı bir söyleme başvuruyor. Uluslararası şirketlere ve bankalara verip veriştiriyor. İktidardaki sözde sosyalistlerin piyasacı politikalar yürütmesine karşılık, ekonomik programını yoksulların, işsizlerin, güvencesizlerin sorunlarına çözüm arayışı üzerine yerleştiriyor. Yani bir bakıma, anti-kapitalist bir söylemle güçleniyor. Faşizmin tarihi demagojisi burada da rol oynuyor. Ama yeni olan şu: 1920’li ve 30’lu yıllarda, yanlış politikalar izleseler de sol partiler vardı, ekonomik programları da soldu. Şimdi büyük sol partiler, şu ya da bu ölçüde AB’ye ve liberalizme boyun eğmiş durumdalar. Bu yüzden FN gücünün bir bölümünü işçi sınıfından alıyor. Bu büyük bir tehlike.
Avrupa açısından bakıldığında ise Fransa bu birliğin Almanya ile birlikte iki sürükleyici ülkesinden biri. Almanya, özellikle kriz içindeki güney Avrupa ülkeleri (Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya) halkları nezdinde, onlara kemer sıktıran, hükümet kurdurup hükümet dağıtan esas güç olarak göründüğü için büyük tepki yaratmış durumda. Fransa da AB karşıtı politikalara dönerse, AB’nin geleceği iyice çıkmaza girer. Ayrıca, Fransa modern tarih boyunca siyasi hareketler açısından bütün Avrupa’da yön belirleyici bir ülke olmuştur. Dolayısıyla, Marine Le Pen’in partisinin yaptığı bu sıçrama bütün Avrupa’da faşizmin ve AB düşmanlığının gelişmesi yönünde önemli bir etki yaratacaktır. İşçi hareketi ve sosyalist hareket, başka bir döneme girmiş olduğumuzu artık fark etmelidir.
Faşizm mi, aşırı sağ mı?
Burjuva medyası Avrupa’daki faşizm tehlikesini gizlemek istediği için şimdi güçlenmekte olan siyasi akımlara “aşırı sağ” adını taktı. Oysa bu partilere aşırı ya da değil, sağ demek yetmez. Birincisi, bunlar açıkça ırkçı partiler. Burjuva demokrasisinin yasalar önünde eşitlik çerçevesine sığmıyorlar. Göçmen topluluklarına şiddet uygulama da dâhil çeşitli yöntemlerle saldırıyorlar. İkincisi, farklı derece ve biçimlerde olsa da faşizmin ve Nazizmin tarihine sahip çıkıyorlar. Bazıları, mesela Yunanistan’da Altın Şafak ve Macaristan’da Jobbik, açık açık Nazi sembolleri kullanıyor. Fransa’daki parti bu kadar açık yapmıyor, ama şimdiki liderin babası olan tarihi lideri, vaktiyle Hitler’in gaz odalarını “tarihte bir ayrıntı” diyerek bir bakıma savunmuştu. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, bunların bazılarının yarı-askeri (paramiliter) vurucu güçleri var. Özellikle Yunanistan ve Macaristan’daki partiler bu bakımdan da öncü rol oynuyor. Bu bakımdan, diyelim Fransa’da FN ya da Danimarka’da Halk Partisi farklı. Onlar daha yumuşak, daha “saygıdeğer” bir imaj yaratmaya çalışıyor. Ama sorun şu ki, bunların da kısa süre içinde asıl yüzlerini ortaya çıkarmayacağını kimse garanti edemez. Bu yüzden biz bunlara faşizme kolayca açılabilecekleri için “ön-faşist” ya da “proto-faşist” nitelemesiyle yaklaşıyoruz. Ama günlük dilde bunlara faşist demekten kaçınmak, aşırı bir titizlik görünümü altında faşizm tehlikesini gizlemek demek. Burjuva medyasının “aşırı sağ” nitelemesinin amacı tam da bu.
Ukrayna’da kapitalist başkan
Maydan hareketinin önderlerinden, “çikolata kralı” diye bilinen büyük kapitalist, eski Sovyet coğrafyasında kullanılan terimle Ukrayna’nın en zengin birkaç “oligark”ından biri olan Petro Poroşenko, 25 Mayıs’ta düzenlenen sözde seçimle daha ilk turdan mutlak çoğunluğu elde ederek başkan seçildi. Poroşenko’nun ilk “icraatı”, Ukrayna’nın doğusunda kendilerini Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetleri olarak ilan etmiş bulunan özerk bölgelere askeri saldırı başlatmak oldu. Bu bir intikam operasyonu olarak görülebilir, çünkü bu yörelerde Ukrayna halkı seçime en ufak bir ilgi göstermedi. Ayrıca, ülkenin en zengin adamı olan bir başka kapitalist Rinat Akhmetov’un manevrası da boşa çıktı. Akhmetov, kendi çelik fabrikasında çalışan işçileri milisler olarak örgütleyip, başkent Kiev’de kurulmuş olan liberal-faşist kırması yeni hükümetten “federalistler” adı altında özerklik arayışı içinde olan güçlere karşı seferber etme girişiminde bulundu, ama bu girişim tam bir fiyasko ile sonuçlandı. Ahkmetov’un fabrikasının müdürünün düzenlediği toplantıya binlerce işçiden çok küçük bir yüzde katıldı. Onlar da o kadar kayıtsız görünüyordu ki, müdür işin siyasi yanına değinmeye bile cesaret edemedi. Kısacası, Ukrayna burjuvazisinin (“oligarklar”) “federalist” harekete karşı kullanmaya çalıştığı bütün yöntemler halkın direnişine çarparak tuzla buz oluyor.
ABD ve AB emperyalizmleri Donetsk’te, Luhansk’ta ve ülkenin doğusundaki diğer yörelerde var olan hareketlerin “Rusya’nın oyunu” olduğunda ısrarcı. Oysa Putin Nisan ayında Cenevre’de emperyalistlerle vardığı anlaşma ile Ukrayna’daki milislerin silahsızlandırılması talebine imza attı; Mayıs sonuna doğru, seçimlerden hemen önce Rus askerini daha önce konuşlandırmış olduğu sınır bölgelerinden çekti; seçimden sonra da Poroşenko ile iyi ilişkiler kurabileceğini açıkladı. Bütün bunlar, Kiev’e isyan hareketinin esas olarak Ukrayna halkının eseri olduğunu tekrar gösteriyor.
Devrimci İşçi Partisi’nin de aralarında bulunduğu, Rusya ve Ukrayna’dan güçleri de içeren bir dizi parti, hareket ve militan, imzaladıkları ortak bildiride, 25 Mayıs sahte seçimlerinin boykot edilmesi çağrısını yaptı. Doğu Ukrayna halkının da benzer bir tavır almış olması, bu yaklaşımın nasıl ülkede yaşanan trajedinin nabzını tutmuş olduğunu ortaya koyuyor.
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde faşist hareketlerin yaptığı atak, Ukrayna’da faşistlerin güçlenmesinin yalıtılmış bir olgu olmak bir yana, genel bir eğilimin ifadesi olduğunu ve bu yüzden de bu hareketlerle daha da ciddi şekilde savaşmak gerektiğini ortaya koymuştur.
Mısır: devrimci parti yokluğu devrimi yenilgiye sürükledi!
25 Mayıs dolayında seçim yapan ülkelerden biri de Mısır’dı. 2011’de başlayan Arap devriminin en sarsıcı örneğini oluşturan bu ülkede, genelkurmay başkanlığından gelen Abdülfettah El Sisi, oyların çok büyük çoğunluğunu alarak başkan seçildi. Böylece, Mısır devriminde bir dönem kapanmış oldu.
Hatırlanacağı gibi, Sisi 30 Haziran 2013’te Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketine mensup başkan Muhammed Mursi’ye karşı on milyonlarca insanın sokağa çıkması sırasında iki kampın birbiriyle yenişememesi sayesinde iktidara yükselmiş, Bonapartist olarak nitelenebilecek olan bir darbeci idi. Sisi, şimdi bu seçimle birlikte bir bakıma eski rejimin kalıntılarının (bunlar Mısır devriminde “fülul” olarak anılır) zaferini simgeliyor.
Sisi’nin karşısında tek rakip Mısır Halk Cereyanı lideri ve daha geniş bir cephe olan Ulusal Selamet Cephesi adayı, sol Nasırcı Hamdin Sabbahi idi. Resmi sonuçlara göre oyların yüzde 96’sını Sisi, yüzde 4’ünü ise Sabbahi aldı. Bu, beklenen bir şeydi. Beklenmeyen, katılımın yüzde 47,5 olması idi. Seçim önce 26-27 Mayıs olarak ilan edilmişti. Tatil ilan edilen 27 Mayıs’ta oy verme saati sonradan 22:00’ye kadar uzatıldı. Ardından 28 Mayıs’ta da oy kullanılacağı açıklandı! Bütün bunların seçime katılımın çok düşük olmasının işareti olduğu açık. Ama sonuçta seçmenin yarısının oy kullandığı, Sisi’nin 24 milyona yakın oy aldığı iddia edildi. Oysa Mursi, ikinci turda iki aday yarışırken, “fülul” temsilcisi rakibi karşısında 13 milyon oy alabilmişti.
Sisi’nin karşısındaki Sabbahi, devrimci Marksistler açısından artık hiç makbul biri değildir. Sabbahi, Mursi’nin seçildiği 2012 seçiminde ilk turda ilk iki adaya oldukça yakın bir oyla üçüncü geldiği için büyük prestij kazanmış, bu sayede Ulusal Selamet Cephesi’ni kurmuştu. Devrimin neredeyse bütün güçlerini bağrında toplayan bu cephe, burjuvazinin partilerine kopmaz biçimde bağlanınca, küçük burjuva Sabbahi burjuvazinin, devrimci sol ise küçük burjuvazinin kuyruğuna yapışmış oluyordu. Sabbahi’nin bu stratejisini sorgulamayan sol, tarihte ilk kez 30 milyon insanın sokağa çıktığı bir dönemde iktidarı altın tepsi içinde karşı devrimci Bonapart’a teslim etmiş oldu! Mısır devriminin bugün kendini içinde bulduğu yenilgi, bu yüzden doğrudan doğruya devrimci bir proletarya partisinin yokluğunun ürünüdür.
Sisi’nin Mısır’ın berbat ekonomik durumunu kontrol altına almasını beklemek hayal olur. Bu demektir ki, Mısır’ın yeni firavunu işçi sınıfı ve emekçilerle karşı karşıya gelecektir. Mısır devriminin yeniden ayağa kalkması muhtemelen çok daha sınıfsal bir çizgide olacaktır.
Hindistan: 1,2 milyar nüfuslu ülkeye faşizan yönetim
815 milyon seçmene sahip, bir milyona yakın seçim sandığının kurulduğu Hindistan’da, Nisan ayı boyunca yaklaşık bir ay süren bir seçimin sonucunda Narendra Modi’nin önderliğindeki Bharatiya Janata Party (BJP) seçimi kazandı. Komünist adını taşıyan iki ayrı reformist işçi partisinin desteğini de alarak Hindistan’ı yönetmekte olan, modern Hindistan’ın kurucusu Kongre Partisi ise ağır bir yenilgi aldı.
BJP’nin zaferi yalnızca bir iktidar değişikliği ile sınırlı tutulacak kadar basit bir şey değil. Modi, fanatik bir Hindu köktendincisi ve milliyetçisi. Hindistan’ın en büyük azınlığı olan Müslümanlara karşı işlenmiş cinayetlerde payı var. Ayodhya adını taşıyan kutsal mekâna 1990’da düzenlediği yürüyüş sonucunda çıkan Hindu-Müslüman çatışmalarında yaklaşık 2.000 kişi hayatını yitirmiş. 2002’de ise Hindular Gujarat eyaletinde en az 1.000 Müslüman’ı katlederken Modi o eyaletin başbakanı. Bu kıyımı hoşgördüğü, hatta planladığı iddia ediliyor.
Hindistan’ın 2000’li yıllarda yakaladığı hızlı büyüme temposundan sonra, son yıllarda dünya ekonomik krizinin etkisiyle yeniden zayıf bir ekonomik performansa dönüşü, yüz milyonlarca yoksulun sokaklarda yaşadığı, eşitsizliğin görülmemiş düzeylerde olduğu bu ülkede gerilimleri had safhaya çıkartmış durumda. Modi gibi faşizan ve şoven bir politikacının kirli elleriyle iktidara gelmesi, dünyanın ikinci büyük ülkesinde çok ağır sonuçlara yol açabilir.
Bu dosya, Gerçek gazetesinin Haziran 2014 tarihli 56. sayısında yayınlanmıştır.