Barış sürecinin sonu
Süreci dikkatli izleyenler hatırlayacaktır: 2009’da, hükümet “barış sürecini” başlatmadan çok kısa bir zaman önce, başbakan meydanlarda geçmiş hükümetlerinin Öcalan’ı neden asmadıklarını soruyor, kendileri olsa asacaklarını ilan edip duruyordu. İlginç bir biçimde bundan birkaç ay sonra “barış süreci” denen o süreç başlatıldı. Başbakanın o dönemdeki meydan konuşmalarının oya yönelik olduğu düşünülebilir elbette, ancak bu, barış sürecinin neden başlatıldığını bütünüyle açıklamaz.
“Barış süreci”nin başlatılmasının nedenleri, ne hükümetin demokrasi konusundaki ısrarından ne barışseverliğinden ne de AKP iktidarının “Kürt hakları” konusunda herhangi bir duyarlılık içinde olmasından doğdu. Bunun böyle olduğunu sanan birisi, süreçte gelinen noktayı da yanlış okuyacak demektir. Aslında bu sürecin başlatılmasının, özünde sınıfsal olan üç temel ayağı vardı ve eğer sürecin bitip bitmediği merak ediliyorsa bu üç alanda ne olduğuna bakmak yeterli olacaktır.
Bunlardan birincisi, Türkiye burjuvazisinin Musul-Kerkük petrollerine ulaşma hedefiydi. Bu çerçevede Irak Başbakanı Maliki’nin itirazlarına, hatta Irak anayasasına aykırı bir biçimde Türk hükümeti Barzani ile bir anlaşma bile yaptı. Yani aslında açılım denen şey, doğrudan doğruya Musul-Kerkük açılımıydı; Türk hükümeti Barzani’ye açılıyordu ve bu, PKK’nin ve Kürt hareketinin tasfiyesiyle gerçekleşebilirdi. Yani hedef, PKK’yi silahsızlandırmak ve ardından da Kürt petrollerine ulaşmaktı. Ancak geçen 1 Mayıs’ta Irak Başbakanı ile Barzani’nin yapmış olduğu ve ABD’nin de desteğini alan Bağdat-Hewler anlaşması, Türk Hükümetinin Musul-Kerkük açılımını sekteye uğrattı. Hatta ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone ve ardından Dışişleri Bakanı John Kerry, Türkiye’yi Maliki Hükümetine karşı tutumu nedeniyle eleştirmişti. Böylece Türkiye açısından Musul-Kerkük açılımının sonu gelmişti. Ancak son “Diyarbakır buluşması”, ABD’nin hem Barzani’yi hem de Türk burjuvazisini yola getirdiğini gösteriyor. Ama önemli bir farkla: bu buluşma ne Suriye’deki ne de Türkiye’deki Kürtleri kapsıyor, hatta onları bütünüyle dışarıda bırakıp burjuvaziyi Barzani ile buluşturuyor. Bu durumda Suriyeli ve Türkiyeli Kürtlerden ciddi bir itiraz geldiğinde bu buluşma da dağılacaktır. Zira şimdi yapılmak istenen, Barzani ile Suriye ve Türkiye’deki Kürtleri ayırmaktan başka bir şey değildir.
Barış sürecinin nedenlerinden ikincisi, Türkiye’nin Suriye ve Rojava bölgesine ilişkin politikalarıyla ilintilidir. AKP, Suriye’de oluşan özerk Kürt bölgesini imha etmeyi hedeflemiş, bu nedenle Suriye’ye müdahale edilmesi için bir çeşit savaş çığırtkanlığına başlamıştı. Ancak ABD’nin Suriye konusundaki politikası farklılaştı, uzun uzun anlatmaya gerek yok, bu durum Türkiye’nin Suriye politikasının da çökmüş olduğunu gösteriyor.
Barış sürecine ilişkin üçüncü bir etken, Başbakanın başkanlık sistemine geçiş ve Kürtlerin de desteğini alarak Türkiye’nin ilk başkanı olma hevesidir ki, bu heves de Haziran ayı boyunca süren Gezi Parkı İsyanı ve buna gösterilen hükümet tepkisi karşısında eriyip gitmiştir. 31 Mayıs’tan itibaren Erdoğan, önemli ölçüde itibarını yitirmiştir.
Kısacası, Rojavalı ve Türkiyeli Kürtler Barzani’ye karşı mücadele eder ve başarılı olurlarsa bu, barış sürecinin en azından Türkiye egemen sınıfları açısından bittiğini gösterir. Kaldı ki Kürt hareketi içerisinde Türk burjuvazisinin yukarıdaki planlarının farkına vararak barış sürecine kuşkuyla bakan önemli sayıda insanın olması da sürecin geleceği hakkında bir fikir verebilir.
AKP hükümeti hâlâ barış sürecinden bahsetmeye devam ediyor. Süreci doğru kavrayamayan kimi sol kesimler ve Kürt hareketinin bazı bileşenleri de hala barış sürecinden medet umuyor. Umarız Kürt hareketinin bileşenleri, mevcut hükümetin, “çözümdü”, “barıştı” derken hiç de samimi olmadığını yakın zamanda anlayacaktır. Gerçekten barış isteniyorsa, Kürt emekçi halkının Gezi ile başlayan isyanla ve Türk emekçi sınıflarıyla buluşmasından başka bir yol yoktur.