Bir ayaklanma sanatkârı: Lev Trotskiy
Lev Trotskiy’in 1940 yılının 21 Ağustos’unda Stalin’in bir ajanı tarafından suikastle katledilmesinin 73. yıldönümünde Lenin’le birlikte Ekim devriminin önderini, Kızıl Ordu’nun kurucusu ve komutanını, IV. Enternasyonal’in kurucusu ve önderini, devrimci Marksizmin ve Bolşevik Leninizmin yılmaz savunucusunu anıyor ve mücadelemizde yaşatıyoruz.
Güneyinde Arap devrimi, kuzeyinde Yunanistan ve İspanya başta olmak üzere sınıf ve gençlik mücadeleleriyle devrimci bir havzaya dönüşen Akdeniz coğrafyasında ve bu devrimci havzaya halk isyanıyla katılan Türkiye’de, Trotskiy’i anmak son derece anlamlıdır. Çünkü o, Lenin’le birlikte ayaklanmayı bir sanat olarak gören Marx ve Engels’in öğrencisiydi. Öyle bir öğrenci ki öğrendiği sanatı, Ekim Devrimi’nde Askeri Devrimci Komitenin başında bilfiil ayaklanmayı sevk ve idare ederek hayata geçirmiş ve başarılı olmuştu.
Trotskiy ayaklanma meselesine bakarken, hem kitle hareketinin kendiliğindenliğini doğru kavramayı salık verir ve kitle hareketine dayanmayan konspirasyonla/darbecilikle ayaklanma sanatı arasına tam bir ayrım koyar, hem de bir Bolşevik Leninist olarak hareketin kendiliğindenliğinin peşine takılmaya, kuyrukçuluğa karşı da uyarılarda bulunur. Trotskiy ayaklanmanın konspirasyonu, yani savaş sanatı ve tekniklerini de barındıran bilinçli ve planlı bir çabayla ilmek ilmek örülmesi gerektiğine işaret etmiştir.
1917 Ekim Devrimi ile açılan proleter devrimler çağında üçüncü kez bir dünya devrimi süreci yaşıyoruz. Tüm dünya grevlerle, halk hareketleriyle, isyan ve devrimlerle sarsılıyor. Gazetemizin bu sayısında Lev Trotskiy’in İstanbul Büyükada’da sürgünde iken kaleme aldığı Rus Devrim Tarihi kitabında “ayaklanma sanatı”nı ele aldığı bir pasajı aktarıyoruz. Şüphesiz ki aktarılan bu pasajda alınacak pek çok ders vardır. Ancak daha önemlisi “bir demirci nasıl kızgın demiri çıplak eliyle tutamazsa, proletarya da çıplak eliyle iktidarı ele geçiremez: ona bu görev için biçilmiş bir örgüt gerekir” diyerek proletarya partisinin önemine vurgu yapan Trotskiy’in satırları bugünün mücadelecileri, direnişçileri, grevcileri, isyancıları için devrimci ufuklar açacaktır.
Ayaklanma sanatı
Lev Trotskiy
İnsanlar devrimi de savaş yaptıkları gibi istemeye istemeye yaparlar. Fark şuradadır: savaşta, belirleyici rol zorlamadadır; devrimdeyse, koşullarınki hariç, zorlama yoktur. Devrim başka yol kalmadığı zaman meydana gelir. Olaylar silsilesindeki bir doruk gibi devrimin üzerinde yükselen ayaklanma, tıpkı bütününde devrim gibi, keyfi olarak kışkırtılamaz. Kitleler nihai taarruza geçmeye karar vermezden önce birçok kez saldırırlar ve geri çekilirler.
Konspirasyon, çoğunluğun kendiliğinden hareketi karşısında bir azınlığın danışıklı girişimi olarak genelde ayaklanmaya karşıttır. Gerçekten de ulusun başına geçmeye yönelen bir sınıfın eserinden başka birşey olmayacak olan muzaffer bir ayaklanma, tarihi anlamı ve yöntemleri itibariyle, kitlelerin gıyabında eyleme geçen konspirasyon ehlinin darbesinden tümüyle farklıdır.
...
Bununla birlikte, bu söylediğimiz halk ayaklanması ile konspirasyonun her koşulda birbirini dışladığı anlamına gelmez. Bir konspirasyon öğesi şu veya bu ölçüde, hemen her zaman ayaklanmaya dâhildir. Devrimin gelişmesinin belirli bir aşaması tarafından koşullanmış olan kitle ayaklanması hiçbir zaman katıksız biçimde kendiliğinden gerçekleşmez. Katılımcıların çoğunluğu için ansızın patlak verdiği halde bile, ayaklanmacıların içinde hayatın zorluklarından bir çıkış yolu buldukları fikirler tarafından olgunlaştırılmıştır. Kitlelerin bir ayaklanması dahi öngörülebilir ve hazırlanabilir. Önceden örgütlenebilir. Bu durumda, konspirasyon ayaklanmaya tabi kılınmıştır, ona hizmet eder, gidişatını kolaylaştırır, zaferini hızlandırır. Devrimci bir hareketin siyasi düzeyi ne kadar yüksek, önderliği ne kadar ciddiyse, halk ayaklanmasında konspirasyonun işgal ettiği yer de o kadar büyüktür.
Hem birbiriyle karşı karşıya gelen hem de birbirlerini tamamlayan ayaklanma ile konspirasyon arasındaki ilişkiyi doğru anlamak elzemdir. Zira Marksist literatürde “konspirasyon” sözcüğünün kullanımının dahi çelişik bir yanı vardır; yani inisiyatif alan bir azınlığın bağımsız girişimi mi yoksa çoğunluğun ayaklanmasının azınlık tarafından hazırlanması mı söz konusudur?
Doğru, tarih bazı koşullarda halk ayaklanmasının konspirasyonsuz da galip gelebileceğinin kanıtlarını sunar. Genel bir başkaldırının, çeşitli protestoların, gösterilerin, grevlerin, sokak çatışmalarının “kendiliğinden” bir itişiyle zuhur eden ayaklanma ordunun bir kesimini harekete geçirebilir, düşman kuvvetlerini felçleştirebilir ve eski iktidarı devirebilir. Belli bir dereceye kadar Şubat 1917’de Rusya’da olan buydu. 1918 sonbaharında Alman ve Avusturya-Macar devrimlerinin gelişiminde de az çok aynı tabloyala karşılaşırız. Bu iki durumda da, isyancıların başında ayaklanmanın çıkarları ve emellerine derinlemesine nüfuz etmiş bir partinin yokluğu, zaferi kaçınılmaz olarak iktidarı son dakikaya kadar ayaklanmaya karşı çıkmış olan partilerin eline verecekti
Eski iktidarı devrimek başka şeydir, iktidarı ele almak başka. Bir devrimde, burjuvazi iktidarı devrimci olduğundan değil, ama burjuvazi olduğundan ele geçirebilir: elinde mülkiyet, eğitim, basın, stratejik konumlardan oluşan bir ağ, bir kurumlar hiyerarşisi vardır. Ama proletarya için durum bambaşkadır: eşyanın tabiatına uygun olarak toplumsal imtiyazlardan yoksun olan isyankâr proletarya ancak büyüklüğüne, bütünlüğüne, kadrolarına, kurmayına güvenebilir.
Bir demirci nasıl kızgın demiri çıplak eliyle tutamazsa, proletarya da çıplak eliyle iktidarı ele geçiremez: ona bu görev için biçilmiş bir örgüt gerekir. Kitlelerin ayaklanmasıyla konspirasyonun kombinasyonu, konspirasyonun ayaklanmaya tabi oluşu, ayaklanmanın konspirasyon aracılığıyla örgütlenmesi Marx ve Engels’in “ayaklanma sanatı” tabir ettikleri devrimci politikanın karmaşık ve ağır sorumluluklar alanını oluşturur. Bu, kitlelerin doğru bir genel idaresini, değişen durumlar karşısında yön değiştirme esnekliğini, düşünülmüş bir taarruz planını, teknik hazırlıkta temkinlilik ve darbeyi vurmak konusunda cesaret gerektirir.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ağustos 2013 tarihli 46. sayısında yayınlanmıştır.