Rojava: Bir denklem, üç bilinmez
Rojava (Batı) adıyla anılan Suriye Kürdistanı’ndaki özerk bölgenin hâkim siyasi gücü PYD’nin lideri Salih Müslim’in 25-26 Temmuz günleri davet üzerine İstanbul’a gelerek resmi görüşmeler yapması, Kürt basınında Rojava için büyük bir ileri adım olarak kutlandı. Oysa bu görüşme aslında Rojava’nın askeri güçlerinin El Kaide’ye yakın olduğu ileri sürülen Nusret Cephesi ile arasında çatışmaların devam ettiği esnada, Türkiye açısından PYD’yi belirli kısıtlamalar altına sokmak amacıyla yapılıyordu. Yani Türkiye’nin Suriye savaşı içinde yer alan radikal İslamcı hareketlerle ilişkisinin de bir ürünüydü. Nihayet, Rojava meselesi aslında AKP hükümetinin “Büyük Türkiye” hedefini güden “çözüm süreci”nden bağımsız ele alınamaz. Yani son günlerde bu üç mesele karmaşık biçimde iç içe girmiş bulunuyor.
Nusret Cephesi konusunu önden ele almak yararlı. Müslim’in Türkiye’ye davet edilmesinden bir gün önce Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu verdiği bir demeçte şöyle söylüyor: “Birtakım kötü görüntüler, bazı grupların din adamı öldürmesi, adam kaçırmaları Suriye’deki haklı davaya, devrime en büyük zararı, rejim kadar bu gruplar veriyor. Bu tür davranışları Suriye devrimine ihanet olarak görüyorum. Suriye’deki haklı talepleri gölgeleyen bir tutum olarak görüyorum. Dolayısıyla Türkiye’nin radikal gruplara destek olduğu gibi bir görüntü verilmesi kesinlikle doğru değil. Ama meşru Suriye muhalefetine her zaman destek verdik, bu desteği de sürdürüyoruz.” Yani, herkes Türk hükümetinin ve yandaş medyanın Resulayn (Serêkaniyê) sınır kapısına Rojava bayrağı çekilmesine büyük tepki gösterdiğini vurgularken, Davutoğlu radikal İslamcıları karşısına alıyor!
Davutoğlu’nun dile getirdiği, rejim ile muhalefetteki grupların aynı derecede zararlı olduğu, Nusret Cephesi’nin yaptığının “ihanet” olduğu gibi fikirler, Türkiye’nin radikal İslamcı gruplarla işbirliğinden sıyrılmak istediğini ortaya koyuyor. Burada bizim için şaşırtıcı bir şey yok: Mayıs ayında Beyaz Saray’da Obama’nın Erdoğan’a ayar verdiği görüşme sonrasında Türkiye başbakanı basın toplantısında kendini radikal İslamcı hareketlerden ayırmıştı. Gerçek olarak biz, Erdoğan’ın bu açıklamasının bir süredir Türkiye’nin Nusret Cephesi gibi gruplardan uzaklaşmakta olduğu anlamına geldiğini, Reyhanlı’nın da muhtemelen Türkiye’nin bu “ihanet”ini cezalandırmak amacıyla yapıldığını ifade etmiştik. Davutoğlu’nun açıklaması genel teşhisimizi doğruluyor. Türkiye, Nusret Cephesi türü radikal İslamcı hareketlerden (en azından görüntü olarak) desteğini çekmek istiyor, ama sınır boyu öylesine kevgire dönmüş durumda ki kurtulamıyor. Salih Müslim’e bu büyük soruna çare olarak başvuruyor Ankara!
PYD’ye koşullar
Davutoğlu aynı konuşmasında PYD’ye şu mesajı veriyor: tamam, özerk bölge olsun, ama Türkiye’nin icazetiyle ve himayesinde olsun! Okuyalım: “Suriye’de Kürtlerden temelde beklentimiz üç şey var. Bir; rejimle işbirliği yapmamaları. Bu durumda Kürtlerle Araplar arasında gerilim oluşuyor. Rejimin onları kullanmasına izin vermemeleri lazım. Suriye muhalefetinin içinde şüphe bırakmayacak şekilde yer almaları lazım. İki; emrivaki şekilde, diğer unsurlarla istişare etmeden bir mezhep ya da etnik temelli bir de-facto yapı kurmamaları. Burada kaygımız Kürtlerin ya da herhangi bir grubun statü elde etmesi değil. Böyle bir yapı kurulursa bütün gruplar aynı şeyi yapmaya kalkarlar ve savaşın önüne geçilemez. Üçüncüsü de Türkiye’nin güvenliğine, sınır güvenliğine zarar verecek şekilde faaliyet içinde olmamaları.” Yani: Esad’a destek vermeyin; bize danışmadan iş yapmayın; güvenliğimize zarar vermeyeceğinize dair bize güvence verin. İşte Türkiye Müslim’i bunlar için çağırmıştır İstanbul’a. Müslim’in Türkiye’nin Rojava’da bir yönetime evet dediğini açıklaması yetmez. Aynı zamanda kendisinden Türkiye’ye biat etmesi istendi mi, onu da açıklamalı. Davutoğlu’nun “statü” için öne sürdüğü koşulları kabul etti mi, onu ifade etmeli. Rojava konusunda bütün önemli adımlar Türkiye’nin icazetiyle alınmalı koşulu üzerinde anlaşma sağlandı mı, onu dile getirmeli.
Ulusal Kongre ve “Büyük Türkiye”
Bütün bu meseleler ancak “çözüm süreci” diye anılan, Türkiye Kürdistanı konusundaki planlar çerçevesinde anlaşılabilir. Biz “çözüm süreci”nin, Türkiye’nin, yeni bir düzenleme ile Kürdistan’ın öteki parçalarını da sömürgeleştirme, yani bir “Büyük Türkiye” oluşturma planı olduğunu söylüyoruz. Son günlerde Mesud Barzani’nin olurunu vermesiyle gündeme yerleşen “Ulusal Kongre” fikri ise tam tersini ima ediyor gibi. Yani Kürtler nihayet dört ülke hâkimiyetinde parçalanmayı aşarak ulusal birliklerini sağlayacaklar.
Aynı gücün sömürgesi olmak ulusal birlik ise evet. Ulusal Kongre’nin Barzani açısından amacı Türkiye ile giriştikleri himaye anlaşması çerçevesinde Kürdistan’ın öteki parçalarını da anlaşmanın çatısı altına sokabilmektir muhtemelen. O anlaşma (en azından Barzani’nin kafasında) muhtemelen Araplardan kurtarılmış bağımsız bir Irak Kürdistanı hayalini içeriyor. Bakın Barzani’nin Kerkük valisi Necmeddin Kerim ne diyor:
“Her ülke Kürt sorununu kendi başına çözmelidir. Her ülkenin şartları farklı. (...) Azerbaycan örneği ortada: İran Azerbaycan’ında daha fazla Azeri yaşamasına rağmen Azerbaycan bağımsızlığını ilân etti diye onlar da bağımsızlık arayışına girmiş değiller. Eğer İran Azerbaycan’ında yaşamak istemeyenler varsa Azerbaycan’a gidebilir. Aynı şey Türkiye Kürtleri ile Irak Kürdistanı arasında da yaşanabilir.”
Demek istiyor ki, biz Güney bağımsız olalım, Kuzey olmasın! Bu insanı “en nihayetinde Kerkük Valisi’dir” diye küçümsemeyin. Tam bir yıl önce, Ağustos 2012’de Kerkük’e sürpriz bir ziyaret yapan Davutoğlu tam da bu şahsiyeti ziyaret etmişti!
Yani gerek “ulusal birlik”, gerekse Rojava, Erdoğan-Barzani planının satrancında birer taş! Elbette, bu politika Kürtlere en azından Suriye’de de statü kazandıracağı için, Kürdistan’ın dört parçasının kaderini birbirine bağlayacağı için, değişik parçaların halkını yakın ilişki içine sokacağı için Güney Kürdistan’ın gerici önderliğinin iktidarı daha ileri ve devrimci bir kadroya yitirmesi durumunda tam tersine dönebilecektir. Ters tepebilecek, Türkiye açısından riskli bir stratejidir.
Daha da önemlisi, Kürt hareketinin içinden, otuz yıllık bir mücadelenin ardından “Büyük Türkiye” madalyonunun ters yüzü olan “bağımlı birleşik Kürdistan” formülüne razı olmayacak güçlü bir eğilim doğarsa bu kimseyi şaşırtmamalıdır.
Kürt hareketinde huzursuzluk var
Kürt hareketinin şemsiye örgütü olarak kurulmuş olan Kongra Gel’in Temmuz başlarında toplanan Genel Kurulu yönetim organlarında bir yeniden yapılanma ve yönetim kadroları için çarpıcı görev değişiklikleri gerçekleştirdi. Bu önemli kararlar, Kürt hareketi içinde, en başta askeri kadrolar içinde olmak üzere, “çözüm süreci” konusunda en azından ciddi bir kaygı, en ileri noktada ise belki de bir muhalefet olduğunu bir kez daha gösterdi.
Dikkatli bir okuma genel kurulun sonuç bildirgesinde bunun izlerini ortaya koyuyor. Mesela, AKP hükümetinin somut adımlar atmadığı fikri, “tartışmalarda dile getirilmiş” olarak yer alıyor sonuç bildirgesinde. Bu, bu fikrin “çözüm süreci”nin kendisinin bir eleştirisi olarak huzursuz unsurlarca dile getirildiğini gösterir. Bildirge özgür toplumun inşası yolunda “demokratik siyasetin inşası için, demokratik halk serhıldanlarının yükseltilmesini” savunuyor. Yani çözümü diplomasiye bırakmaya razı olmayan, devrimci yöntemler uygulamayı öneren bir yaklaşım. Bildirge ayrıca, “demokratik kurtuluşun ve özgür yaşamın”, “komünal demokratik ekonomi inşa edilmeden” “mümkün olmayacağı” görüşünü ileri sürüyor. Burada, AKP’nin neoliberalizmine cepheden karşı çıkarak onunla ittifakı olanaksız kılan bir koşulu görüyoruz. Nihayet, aynı derecede önemli bir nokta bildirgedeki şu cümlede ifade edilmiştir: “9. Genel Kurulumuz Halk Savunma Güçlerinin halkın ve sistemin hizmetinde olarak, gücünü büyüterek, örgütleyip eğitmesi ve olası her saldırıya karşı her koşul altında hazırlıklı olması gerektiği kararlaştırılmıştır.” Burada silahsızlanmanın karşı kutbunda yer alan bir yaklaşım benimsenmiş oluyor.
Meseleye bazı durumlarda rafa kaldırılabilecek resmi bildirgelerin diliyle değil de pratik gelişmeler ışığında bakacak olursak yine aynı sonuca ulaşırız. KCK Öcalan’ın önerdiği takvimi kabul ettiğinde, gerillanın Türkiye dışına çıkması planında güçlerin herhangi bir oranı telaffuz edilmiyordu. Oysa şimdi Kürt hareketi gerillanın sadece yüzde 15’inin Türkiye dışına çıkmış olduğunu kabul ediyor, ama buna rağmen ikinci aşamanın da başlamasında ısrar ediyor. Bu durumun tek bir açıklaması olabilir. “Yol haritası” ve “takvim” KCK tarafından sessizce değiştirilmiştir.
Bütün bunların ışığında örgütün belirli kanatlarının “çözüm süreci”ne ya muhalif olduğu ya da en azından büyük kaygıyla yaklaştığı açık seçik ortaya çıkıyor. Yönetici kadro içindeki görev bölüşümünde görülen değişiklik de bunun ürünüdür. En önemlisi, bütün kaynakların ifade ettiği gibi Abdullah Öcalan tarafından belirlenen bu yeni işbölümünde, Murat Karayılan’ın askeri örgütün (HPG) başına getirilmesi, buna karşılık hakkında sertlik yanlısı olduğu söylentilerinin ayyuka çıktığı Suriye Kürdü Dr. Erdal Bahoz’a ise hiçbir görev verilmemiş olması, en büyük çatlağın askeri cenahtan gelebileceğini ima ediyor.
Kürt hareketi içinde Erdoğan’ın “barış” planına kuşkuyla bakan çok sayıda insanın olması gelecek hakkında önemli bir işaret oluşturuyor.