Yılmaz Güney sinemasının son anti-kahramanı: Tuncel Kurtiz
Benim için film eleştirisi yazmak, hakim sınıfın ideolojisiyle sinemada işlediği yerde ve zamanda savaşmak ve sınıf mücadelesini yazılarıma taşımak anlamına gelmiştir... ‘sınıf mücadelesini kendi yaşamınıza taşıyın’ ifadesi, herkesin hemen bir fabrika işçisi olması gerektiği anlamına gelmez; ama herkes durup bir etrafına bakmalı ve erkeklerle, kadınlarla ve şeylerle olan gündelik ilişkilerinde bazen açık, ancak çoğunlukla gizli olarak işleyen sınıf mücadelesini analiz etmelidir...” (James Roy MacBean)
“Yılmaz rüyalarını da yanında götürdü. Yılmaz bana telefon etti. ‘İhtiyar’ dedi, ‘Hemen seni arıyorum, başkalarından duyup üzülme, midemin yarısını aldılar’. Ve her zamanki takındığı gülümseme telefondaki sesinde... ‘Bundan sonra daha ucuza yaşayacağız. İhtiyar sağlığına dikkat et, yakında görüşeceğiz,’demişti. Bu yakında görüşeceğiz, yakında çalışacağız demekti aslında. Yazık ki o da olamadı...”
Yılmaz Güney de bir Eylül günü göçmüştü. Tuncel Kurtiz de ne aksi tesadüf ki bir Eylül gününü seçti. Her ölüm erken ölümdür. Tuncel Kurtiz henüz “üstü kalsın” da dememişti. Daha yapacaklarını planlıyordu ihtiyar… İsrail’den Almanya’ya Japonya’dan ABD’ye oradan da Meksika’ya dünyanın dört bir tarafını dolaşan oyunculuk hayatı daha yeni başlamıştı onun için.
Ölçek küçüldükçe anlamlar da küçülür, yok olur. “Ramiz Dayı öldü” dediler. Tuncel Kurtiz’e yapılabilecek en büyük hakaret ona “Ramiz Dayı” demektir. Sizin “Ramiz Dayı” diye bildiğiniz, Türk dizi sektörünün çiğneyip tükürdüğü bir karakterdir. İçinde Tuncel Kurtiz olmasaydı satmayacak bir “kabadayı” karakteri. Tuncel Kurtiz’in dediği gibi“Bu sempatiler çok çabuk unutulur, bel kemiğimiz yok çünkü. Yeni bir dizi gelir, o kaybolur, öteki başlar. Ama sinema, kitap kalır.”
Bazı karakterler vardır hayatta, insana ölümsüzmüş gibi gelir. Hiç ölmeyecekmiş gibi. Tuncel Kurtiz’in ölümü de öyle işte. Bu güne kadar röportajlarıyla en çok karşılaştığım sanatçı belki. O da komünist olduğu içindir. “500 senedir kapitalizmle dünyanın nereye geldiği ortada. Bir milyar insan açlıktan ölüyor. Yalnız Irak'ta bir milyondan fazla insan öldürüldü. Devlet anamızın sütü hep bir tarafa akıyor” dediği içindir. Yılmaz Güney’den yadigâr kaldığı içindir.
Ne zaman Tuncel Kurtiz’in adı geçse, Yılmaz Güney’in bir bodrum katında daktilo başında senaryo yazdığı bir sahne canlanır gözümde. Öyle anlattı çünkü Yılmaz Güney’i bize. Tuncel Kurtiz Yılmaz Güney’in aktarıcısıydı. Yılmaz Güney’in “vurdulu kırdılı” filmlerinden politik sinemaya geçişine kadar her adımda yanında duran bir adam. Yılmaz Güney’in dönüştürdüğü bir adam aslında. Açık yüreklilikle söyleyebiliyor. “Komünisttik ama komünizmin ne olduğunu bilmiyorduk” diyor. Herkesin haddi değil. Kendini Joyce, Spinoza, Kafka zannettiğini, Sait Faik özentisi martıyla konuşmakta olduğu öyküler yazdığını anlatırken, sinemamızın Maksim Gorki’si dediği Yılmaz Güney’le dostluğunu aralarındaki sınıfsal farkın öykücülüklerine nasıl yansıdığını itiraf ederek anlatmak. Tuncel Kurtiz üzerine yazılan ve anlatılan her şeyin Yılmaz Güney’de düğümlendiğini ve bunun tam tersinin de geçerli olduğunu söylemek gerek. Hem zor hem de güzel bir durum… Bırakın Türkiye sinemasını dünya sinemasında kırılma olan “Sürü” ve “Umut” olmasaydı Avrupa sineması nereden bilecekti Tuncel Kurtiz’i? Bunu kendi söylüyor zaten. Umut filmini devlet sansüründen kaçırarak kaçak yollardan Cannes’a götürmese ve sürgün başlamasa hayatı başka bir kanala akacaktı. Birbirlerinin hayatlarını o kadar güzel etkilediler ki, dostluk kavramını anlatmaya yetecektir onların yoldaşlığı.
Devletin sinema tarihçisi Atilla Dorsay’ın Kürt sözcüğünü ağzına alamadığı bir sinema tarihinde, sinema tarihini sınıf mücadeleleri tarihi olarak inşa ederken, Türkiye sinemasında yeni bir kanal açan, Kürt sinemasını dünya politik sineması içerisinde kuran, hem Kürde hem sınıfa hem de kadına yeni bir çehre kazandıran bir sinemanın işçileriydi onlar. Kemal Tahir’in Hikmet Kıvılcımlı’nın sinema eleştirisi yaptığı zamanlarda başlayan bir macera. Aydınlar arasında “uzmanlaşılmış” konular hakkında konuşmaktan öte, dayanışmanın ve yoldaşlığın belirleyici olduğu zamanlar…
Sinema Enternasyonali
"Özellikle yabancı sinema yazarlarının kimisi Y. Güney'in filmlerini 'Yeni gerçekçi' olarak, kimisi 'şiirsel Gerçekçi' olarak, kimisi de 'Siyasal Sinema' olarak görmüşlerdir. Bence bu üç çatal saptama da birleştirilirse Y. Güney'in 'sinemasal doğru'su biraz daha yakalanabilirdi gibime geliyor." (Ece Ayhan)
Yılmaz Güney sinemasının ilk büyük kırılması olan “Umut”, proleterleşen kitleler içerisinde Kürtlüğü su götürmeyen ezilenlerin kır-şehir mücadelesini, eşitsiz gelişmeyi ortaya koyar. Arabesk öğeler ve kabadayı rollerinin bireysel gösterisinin sonuna gelinmesi Yılmaz Güney sineması aracılığı ile yeni bir döneme geçişin ilk işaretidir. Hikmet Kıvılcımlı’nın Halit Refiğ’in Kemal Tahir’in filmin anlattığı hikâyenin sosyolojisiyle uyuşamadığı, filmde çizilen sınıf haritasını ‘eski’ bulduğu ve eleştirdiği zamanlar. Sanatta eleştirenler ve eleştirilenlerin bu kadar iç içe geçtiği başka bir zaman var mı kestiremiyorum. Fransız filozof Deleuze’ün sinema tarihi üzerine olan başyapıtına girebilen tek Türkiyeli yönetmen Yılmaz Güney’in bu dönemi için kitapta işaret ettiği gibi: “Trans” hali. Geçiş! Eski’den Yeni’ye geçiş. Eşitsiz gelişmenin ta kendisi aslında... Kadının ve erkeğin toplumdaki yerinin sürekli sarsıldığı, hem Kürt olmaya ‘başlayan’, hem proleterleşen kalabalıkların “trans”ı bir sinema. Daha berrak olursak, Yılmaz Güney filmlerini Alman bir dostuma gösterdiğimde “Çok gerçek!” diye bağırdığı gerçek!
Şaşırmaya gerek yok aslında. Mina Urgan’ın Can Yücel’in Özdemir Asaf’ın Münir Özkul’un ve daha nicelerinin hayatın ortasında birbirleriyle kesiştiği Tuncel Kurtiz kavşağındayız çünkü. Bir yol kazası sonucu “Yol” filminde oynayamayan, o günlerde Almanya’da başka bir film için kontrat imzalamış Sürü filminin “Hamo Ağa”sı. Kürdistan gerçekliğinin sinema perdesinde yerini aldığı büyük tarihin emektarı… Yılmaz Güney’in deyişi ile “Kürt halkının tarihi olan Sürü” filmi ile dünya sinemasında oluşan bu çatlağı balyoz darbeleriyle genişleten bir dönemin işçisi. Yılmaz Güney’in “ihtiyar, bu çocukların filmi” dediği Duvar filminin sadece bir eşik olarak planlandığı bir sinema tarihinin İhtiyar’ı! Tuncel Kurtiz’in “ben kötü gardiyanı oynarım, sen de oyna” dediği Yılmaz Güney’in “Hayır İhtiyar! Ben kamera arkasında kalacağım” diye ısrar ettiği bir eşik. Yılmaz Güney de haklıydı. Yol’un ve Sürü’nün kamerasının arkasında olamamanın acısı vardı. Bir de Yılmaz Güney sinemasının en büyük meselesi hangi coğrafyaya ait olduğu değildir, çekemediği filmlerin, sinemasının yapı taşı olduğu bir yersiz yurtsuz sinemadır çünkü o. Ece Ayhan’ın dokunduğu meseleye gelelim. Yılmaz Güney sineması dünyanın neresindeydi?
“Üçüncü dünya sineması”nı yaratanların arasında bir ustayı, kötü bir kabadayı karakteri ile anmak ona yapılabilecek en büyük kötülüktür. Sinema dediğimizde bugün 1917 büyük devriminin doğurduğu Eisenstein ve Vertov ekollerinden sonra Fransız “yeni dalga” akımı, realizm’ler, Fransız ve İtalyan sinemacıların açtığı kanallar, yüzyılı ters yüz eden akımlardan birkaç tanesidir. Rus devriminden sonra Avrupa sinemasında yeniden sıçrayan sinemanın üzerinde “üçüncü dünya sineması” diye anılan başka bir ekol gelir ki ezilenlerin sinemasına yeni bir dil kazandıran bir sinemadır bu. Bu ekolün kurucu birkaç yönetmeninden biri Glauber Rocha, diğeri ise Yılmaz Güney’dir. Yılmaz Güney’in ve Tuncel Kurtiz’in ölçeği dünya sinemasıdır. En nihayetinde Glauber Rocha’nın sözlerini aktaran Tuncel Kurtiz, kendisinin ve Yılmaz Güney’in sinemadaki yerini “üçüncü dünya sineması”nda ilan eder: “Biz ne Amerikan ticari estetiğinden yanayız ne Sovyet idealist estetiğinden ne de Avrupa burjuva estetiğinden yanayız. Biz başka bir ülkeyiz. Biz Brezilya’yız.”
Yılmaz Güney’den bize kalan son anti-kahramandı Tuncel Kurtiz. Tarık Akan’ı saymayın. Onu ne kadar da Yılmaz Güney yarattıysa da Can Yücel’in dediği gibi bütün salaki ve solaki tilkiler gibi Kemalizm dükkânına ulaştı. Yılmaz Güney sinemasının devrimci politikasını ve poetikasını ömrünün sonuna kadar taşıyabilen bir İhtiyar kalmıştı. Sordu giderken: Komünizmden başka yol mu var?
Sinemada Yılmaz Güney’in mirasına sahip çıkmak karışık bir meseledir. Çünkü Yılmaz Güney’den sonra hiçbir şey eskisi gibi değildir. Onu yok sayarak sinema yapamazsınız. Oysa Yılmaz Güney sinemasına sahip çıktığını söyleyen sinemacıların, mecburiyetten ona sahip çıkarken içini boşalttığı da gözden kaçmaz. Bu ekoller arasında örneğin, “Yeni Türkiye sineması” vardır ki içlerinde Yeşim Ustaoğlu gibi ezilenlerin hikâyelerini izleyicisini “şok” ederek anlatanlar olmasa, böyle bir hakları hiçbir zaman olamazdı. Herkes mirasa sahip çıktığını iddia edebilir. Marx’ın da Lenin’in de başına geldi bu. Hem sinema perdesinde devrim yapan hem de siyasette devrimci yolu seçen Yılmaz Güney’in de bu duruma dolanması tesadüf değil. Ne ironidir ki Tuncel Kurtiz de popüler bir diziden, bir kabadayı karakteri ile anılıyor! Aynı Yılmaz Güney’i, “sonraki esas filmlerini çekebilmek için para kazanmak için çektiği” kabadayı filmleriyle anma çabası gibi. İki can dostun kabadayılıktan değil devrimcilikten efsane olduklarını gizleyemez bu ironi.
Bugün sinemada melankolik insanın şehirdeki yalnızlığını film yapanlar Yılmaz Güney’den sonra da olsa Yılmaz Güney sinemasına hiç dokunamamış olanlardır. Şehirle kırı, bir şehrin köşesinde proleteryayı, bir gecekondunun içindeki hayatları “kitleleri eğitmek için” manifestolaştırdığı genel olarak politik sinema, özel olarak ise üçüncü sinema, “anlatılan senin hikâyendir” demiştir hep. Dünyanın bütün sahnelerinde ve ülkelerinde tarihsel rolünü oynamış Tuncel Kurtiz’i ve dünya politik sinemasının bir yönetmeni olan Yılmaz Güney’i Türkiye içine hapsetme telaşı boşuna. Yılmaz Güney sineması bugün Ghobadi’nin kamerasındadır, “Genç Kürt Sineması”ndadır ve Yılmaz Güney’in fışkırdığı her sinemada mutlaka bir Tuncel Kurtiz patlak verir.
Bu satırları yazan bir Kıbrıslı olunca belirtmek durumundadır. Yılmaz Güney bir bütün olarak Türkiyeli aydınların Kıbrıs’ta afalladıkları gibi afallamaz. Kıbrıslıların kendi kaderini tayin hakkının yanındadır, Kıbrıslı sinemacılarla dostluk etmiştir. Kıbrıslı sinemacı Panikos Hrisantu tarafından Bodamyalı Fatma ana ile çekilmiş bir de fotoğrafı vardır. Sezai Sarıoğlu’ndan aktarıyorum:
Yılmaz Güney’in mezarının Paris’te olduğunu, Komünarlarla birlikte yattığını söylüyorum. Ve yeniden sayıklıyor: “Geldiğinde beni kucakladı. Avluda resimler çektirdik. Bir taşcık hediye getirdi bana. Onun mezarına da kuru dalcık koysan hemen gül açar. Hediyesini hatırlamam, kendisini hatırlarım. Hapisten kaçmış. Nişancıymış. Hükümete karşıymış. Evinde oturamazmış.”
Şaka gibi! Geçen yıl Angelopoulos bir kazada öldü, bu yıl Tuncel Kurtiz. İkisinin de çekeceği daha çok film vardı. İkisi de aslında ezilenlerin yenilgilerinin, tutsaklıklarının, göçlerinin ve yarım kalmış devrimlerinin filmini yaptılar hep. Daha çekecekleri zafer filmleri vardı.
İhtiyarın da sevdiği ifadeyle: Ekmeği yemeğe banar gibi oynadı.Sonu olmayan bu hikâyeyi Tuncel Kurtiz’in anlattığı bir hikâyeyle bitirelim:
Keşke ilkokuldan itibaren herkesin eline bir kamera verseler ve herkes kompozisyon derslerini film çekerek yapsa. Fena mı oluryani? Mesela, Muş’ta ben öğretmenlik yaparken bütün çocuklara ‘Herkes bir türkünün resmini yapsın,’ dedim. Bir tanesigeldi ‘Makinem geliyor önü kırmızı’ türküsünü yaptı. Bir tanekamyon çizip önünü kırmızıya boyadı...”