Türk edebiyatının yirminci yüzyılın başındaki en büyük dağı : Tevfik Fikret (1867-1915)
Türk edebiyatının yirminci yüzyılın başındaki en büyük dağı[1]: Tevfik Fikret (1867-1915)
“bir eğik baş bir boyunduruktan ağırdır boynuma;
fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.”[2]
19 Ağustos 2020, II. Abdülhamid istibdadının (1878-1908) eğilmez bükülmez muhalifi şair Tevfik Fikret’in ölümünün 105. yıldönümüdür. Türkiye aydınları arasında öncü bir enternasyonalist olan Fikret, 1908 Hürriyet devriminden sonra yeni iktidara karşı da eleştirel tutumunu terk etmemiş bağımsız düşünceye sahip bir sosyal eleştirmendir. Fikret’i, 105. ölüm yıldönümünde genç bir yoldaşımızın yazısıyla anıyoruz.
II. Abdülhamid’e kadar Osmanlı’nın hiçbir devri literatüre padişahın ismiyle geçmemiştir. Abdülhamid döneminin, Abdülhamid dönemi olmasının en büyük ve belki de tek sebebi bir istibdad devri olması ve bunun iliklere kadar hissedilmesidir. Türkiye’nin şu anki döneminde de, Osmanlı’nın bu istibdad devrine bakmak ve başvurmak elzemdir. Fakat, diyalektik tarihin her aşamasında kuşkusuz işlediği için, biz özel olarak bu tarihin bir ürünü olan, kendisine özgürlük şairi diyen Tevfik Fikret’e bakacağız. Aynı zamanda Fikret’in ilericiliğinin ve hürriyet yanlılığının yanı sıra, bir burjuva devriminin en önemli aydınlarından biri olmasının getirdiği bazı sınırlılıklar ve çelişkiler “Fikret’i anlamak” alt başlığında incelenecektir. Okuyucunun bu noktayı aklında tutması son derece önemlidir.
Tevfik Fikret hayatının bütününün yanı sıra, daha başlangıç aşamasında bile bir diyalektiğin ürünüydü. Kendisinin tarihi, Sakız Adası katliamına dayanmaktadır. 1822 yılında bağımsızlık savaşı ilan eden Yunanlıları bastırmak için gönderilen Osmanlı ordusunun, adanın yaklaşık yüz bin kişilik nüfusunu iki bin kişiye düşürdüğü tahmin ediliyor.[3] Kadınlar köle olarak satılmak ve çocuklar da evlat edindirilmek üzere İzmir’e getirilmişti. Fikret’in dedesi ve anneannesi İzmir’e getirilen Rum yetimlerdendi. Sonrasında, büyüdüğü evde ona Sudanlı bir dadı (Leyla Bacı) ve Habeş bir lala (İsmail Ağa) bakacaktı. Ayrıca Fikret yedi yaşındayken 93 Harbi’ne (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) denk gelmiş olduğu, daha sonra Galatasaray Mektebi Sultanisi’nde okurken öğrendiği, geçmişin ilerici yazar ve şairlerinden etkilenmişti. Edebiyat hocalarından, hem fikirler hem de edebiyat açısından muhafazakârlığı ve gelenekselciliği temsil eden Muallim Naci’ye değil de, bu iki alanda da burjuva anlamda daha ilerici olan Recaizade Ekrem’e yakın olması ve yukarıda bahsedilenler Fikret’in gelecekteki düşüncelerine ve izleyeceği yöne arka plan oluşturacaktı. Ayrıca edebiyatında Osmanlı’nın geleneksel konularının, şiir kalıplarının dışına çıkmaya çalışacak, örneğin ‘sone’ adı verilen mısra türünü uygulayacak, klasik mistik ve ruhani konulardan ziyade daha reel, halka ve topluma dair konuları mesele edinecektir. Bunların yanında aruz ölçüsünü kusursuz kullanan üç şairden biri (diğerleri Yahya Kemal ve Mehmet Âkif) olarak bilinecek, kendisinden önceki edebi mirası da olabildiğince iyi öğrenecektir.
İstibdad ve jurnalcilik
Tevfik Fikret, Abdülhamid istibdadının baskısını ve zulmünü ilk kez kendi ailesinin içinde görecekti. İstibdad zamanında, aynı yerde ve aynı kişiyle iki kere üst üste görülmek, sürgüne sebep olan bir durumdu. Jurnalciler (devlet/padişah adına casusluk yapan paralı memurlar) için birinin iki kere şeyhülislamla görüşmesi, padişahı tahttan indirebilmek için fetva konusunun danışılması anlamına geliyordu. Fikret’in babası da politika ile ilgili olmayan bir konuyla ilgili şeyhülislamla iki defa görüştüğü için sürgün edilecek, ömrü sürgünlerde geçecek ve hatta günün birinde sürgünde ölecekti. Fikret’in ilk içsel başkaldırıları o zaman başlamıştı.
Yine istibdadın önemli bir özelliği olan, üç kişinin bir araya gelmesinin “gizli örgüt” sayılması meselesi Fikret’i de vuracaktı. Şair ve arkadaşları, bu baskı ve devlet terörü üzerine oturtulmuş rejimde zar zor dergi veya gazete çıkarmaya çalışırken, toplantıları sürekli izleniyordu. Hasta bir arkadaşlarının evine ziyarete gitmeleri ve jurnalcilerin bunu karakola bildirmeleri üzerine Fikret ilk kez tutuklandı. Bir zaman sonra da eşiyle katıldığı bir ev ziyaretinden sonra “kadınlı erkekli toplantıların yapılmasının günah ve yasak olduğu” gerekçesiyle ikinci kez tutuklandı. Fikretlerin evinin önünden, jurnalcilik yapma maksadıyla dolanan balıkçılar ve kayıkçılar Fikret’in ömrünün sonuna kadar eksik olmayacaktı. Bu denetimi Fikret arkadaşına yazdığı bir mektupta şöyle anlatmıştır:
“…herkes zamanın sahte gösterişine bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolayını buluyor; herkes bu rezil havada nefes alabilmek için bir çare, bir büyü buluyor. İşte namusu kalem, namusu matbuat, namusu edep… O da öldü, o da çiğnendi. Gazetesine bir jurnal sureti basamayanlar artık gazeteci sayılamıyor. Sonra içimizde o edepsizleri şirretliklerinden dolayı tebrike koşacak, ‘bir gaza ettin ki hoşnut eyledin peygamberi!’ alkışlarıyla onların bu danışıklı dövüşlerini, namussuzluğun bu vicdan kıran zaferini alkışlayacak namuslular da var! Bilir misiniz, bu zamanda namus, zarfını kemirir bir mücevherden başka bir şey değil…”(1898-Süleyman Nazif’e)
İstibdad ve sansürcülük
Tıpkı jurnalcilik gibi, sansürün had safhaya ulaşması meselesi de istibdad döneminin en kilit özelliklerinden biriydi. Basınla az çok ilişkisi olan neredeyse bütün yayın türleriyle ilgili çeşit çeşit sansür heyetleri kurulmuştu. Bu heyetler siyasal olan ve olmayan yayınlarla, Türkçe olan ve olmayan yayınlarla, ülke içinde ve dışında basılan yayınlarla ayrı ayrı ilgileniyorlardı. Ülke içinde basılan yayınların her akşam sansür kuruluna sunulması zorunluluğu varken, ülke dışından gelen yayınları da gümrük memurlarından önce sansür memurları karşılıyordu. Yazıların içeriğinden bağımsız olarak bazı kelimeleri kullanmak yasaktı, kesin emir beklemeden, sırf “padişahın hoşuna gitmez” düşüncesi ile yasaklar yüzlerce kelimeyi bulur hale gelmişti. Fikret’in Servetifünun dergisinde çalıştığı yıllarda “grev, suikast, ihtilal, sosyalizm, anayasa, Bosna Hersek, Makedonya, Girit, yıldız (sarayın ismi olduğu için), istibdad, cumhuriyet, tahtakurusu (tahtın kurusu şeklinde anlaşılır diye), hasta adam, burun (padişahın burnu büyük olduğu için)” kelimeleri ve tabirleri, yasaklı olan yüzlerce kelime ve tabir arasından sadece bazılarıydı.[4] Halit Ziya bu sansürleri şöyle anlatmıştır:
“‘Birader’ diyemezdiniz; çünkü bir yanda padişahın biraderi Sultan Murat, öte yanda da Reşat Efendi vardı. ‘Tepe’ diyemezdiniz, bundan Yıldız Sarayı anlaşılırdı. Boya diyemezdiniz, bundan padişahın boyalı sakalı akla gelirdi. Üç-beş arkadaş bir araya gelir, bu yasakların anlamını araştırır ama bulamazdık.”
İnsanlar padişahın “folie de persécution (baskı görme korkusu, paranoya)” hastalığına yakalandığını düşünür olmuşlardı. Dönemin matbuat (basın) müdürü Hıfzı Bey bile ölüm döşeğindeyken, hırsına mağlup olduğunu ve kültürü boğanların cellatlığını yaptığını kabul etmiştir.[5] Aynı zamanda Türk basın tarihinin ilk gazeteciler grevinin (1901) bu döneme rastlaması pek de şaşılası bir şey olmasa gerek!
Burada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir detay vardır: İstibdad devrinin basın hayatına da nefes aldırmazlığına ek olarak, bu grevin temelde karşı durduğu özneler gazete patronlarıydı. II. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yıldönümü olması vesilesiyle, işleri kötüye giden patronlara bir kıyak olarak gazetelerden alınan pul vergisi kaldırılmıştı. Bu yüzden gazetelerde bir gelir artışı yaşanmıştı. O zamanın Sabah gazetesinin başyazarı olan Abdullah Zühtü öncülüğünde bu gazetenin ve İkdam gazetesinin çalışanları, bu artıştan pay talep ettikleri bir grev düzenlemişti. Çünkü söylenene göre bu iki gazetenin patronları (Mihran Efendi ve Ahmet Cevdet) hiçbir konuda anlaşamazlarken, konu çalışanlarının ücretine zam olunca epey anlaşmışlardır![6] Günümüzde her 24 Temmuz’da kutlanan Basın Bayramı’nın ortaya çıkış tarihinde bu iki patronun olumlu anlamda payı olduğu söyleniyor, fakat zannımızca bu grev sebebiyle işsiz kalan gazeteciler çok bilinmiyor.
İstibdad ve Fikret’in şiirleri
Tanzimat’ın ikinci döneminde ve Servetifünun’da yazarlar ve şairler oldukça ağdalı bir dile bürünmüşken, sadece Tevfik Fikret korkmadan ve usanmadan, rejimin kendisine ve bütün halka saldırması karşısında durmadan direnecekti. Sürgünlerin, yolsuzlukların, jurnaller ve sansürlerin, kanunsuzlukların arttığı ve bunların bir sis gibi İstanbul’un üzerine çöktüğü zamanda Sis şiiri düzene karşı yazılmıştı. Herhangi bir yerde yayınlanmamasına rağmen, bütün İstanbul’da elden ele dolaşmıştı ve o zamanın gençliği tarafından ezberlenmişti. Şiirde kentin zenginlere ve yoksullara hizmet eden mekânlarından; yoksul, aç, işsiz, ezilen insanlardan ve bunlara sebep olan saltanattan, saltanatın soyguncularından bahsediliyordu. Sabiha Sertel’e göre Sis şiiri, çökmekte olan bir imparatorluğun buhranıydı, Roma İmparatorluğunda Pompei neyse, Osmanlı’da da İstanbul oydu.[7]
Fikret’e karşı, anarşiyi övmek sebebiyle karalama kampanyası başlamasına sebep olan da, Bir Lâhza-i Teahhur (Bir Anlık Gecikme) şiiridir. 1903-1908 arasında yaşanan devrimci dalga ile tüm dünya, otoritelere ve baskıcı rejimlere karşı halk isyanlarına sahne olmuştu. Yine bu dönemde suikast, politik bir eylem olarak öne çıkmaktaydı. Osmanlı’da da istibdadın temsilcisi olan II. Abdülhamid’e karşı, II. Enternasyonal üyesi olan Taşnak Partisinin Ermeni komitecileri tarafından Yıldız Suikastı düzenlenmişti. Bu suikastın arka planındaki intikam her ne kadar Ermenilerin kılıçtan geçirilmesine, padişahın Ermenilerin lehine olacak ıslahatları kabul etmemesine ve hatta kabul edeceğine ölmeyi tercih edebileceği söylemine dayansa da; asıl sebep dünyanın mevcut konjonktüründen etkileniştir. Yani asıl düşünülen şey padişahın ortadan kalkmasıyla birlikte oluşacak telaş ortamında, bütün karşı güçler öncülüğünde devrimin başlatılmasıdır. Suikastın birkaç dakika ile başarısızlığa uğraması birçok kişi gibi Fikret’i de hayal kırıklığına uğratmıştır. Bir Lâhza-i Teahhur işte bu hayal kırıklığının hikâyesidir. Aynı dönemde dinden, hurafelerden ve bazı gelenek-göreneklerden gelen kara inançları ve hükümdarlar ile ezenleri eleştirdiği Tarih-i Kadim (Eski Tarih) şiirini yazar. Bu iki şiir Mehmet Akif-Tevfik Fikret polemiğine ve Akif’in Fikret’e “zangoç (kilisede çan çalan kimse)”etiketini yapıştırmasına sebep olacaktır. Fikret de Akif’e “molla sırat” diyerek karşılık verecektir.
Fikret bazı şiirlerini de oğlu Haluk’a hitap ederek yazmış ama bu şiirlerinde esasen gelecek nesillere seslenmiştir. Sabah Olursa şiiri, buna en güzel örneklerden biridir:
“bu memlekette de bir gün sabah olursa Haluk,
eğer bu toprakların sislenen alınyazısı,
dirençli, dinç bir elin güçlü, canlılık verici dokunmasındaki titreyişle silkinip,
donuk ve paslı yüzü bir parça gülerse halkın…
evet sabah olacaktır, sabah olur geceler, kıyamete kadar sürmez…”
Fikret’in diğer bir önemi kadın konusu hakkındaki tutumudur. Osmanlı Devleti “kadının rolü” diye bir kavramdan bahsedemeyeceğimiz veya çok az bahsedebileceğimiz, nüfus sayımlarında bile sadece ülkedeki erkeklerin, büyükbaş ve küçükbaş hayvanların sayıldığı bir devletti. Şiirde de kadının yeri şarabın yanıydı ve yalnız çıplak etlerden bahsedilirdi. Tevfik Fikret, şiirlerinde bu tarz satırlar arıyorlarsa bulamayacaklarını belirtmiş ve ayrıca her ne kadar Sis şiirinde İstanbul’u bir fahişeye benzetmişse de, şu sözüyle kadınların uğradığı şiddeti Türk basınında ve edebiyatında dillendiren ilk şair olmuştur: Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer (insanlık)…
1908 devrimi ve Tevfik Fikret
1908 devrimi gerçekleştiği zaman Fikret de tıpkı padişaha öfkeli diğer aydınlar ve bütün halk gibi devrimi desteklemiştir. 24 Temmuz’da İstanbul’u karış karış gezmiş, halkın “meşrutiyet” sevincini paylaşmıştı. Gazetecilerin yaptığı bir toplantıya rastlayınca kendisi de katılmış ve toplantıda sansürün artık kalktığını müjdeleyen gazetecilerle birlikte bir bayram havası yaşamıştı. Gazeteciler “Kahrolsun istibdad, yaşasın hürriyet!” sloganıyla haykırıyorlardı. Baskı makineleri yeniden durmadan çalışıyor, herkes 33 yıllık istibdadın çökmesinin sevincini paylaşıyordu.
Devrimden kısa bir zaman önce de, ittihatçılar Fikret’e gitmiş ve kendilerine katılmasını istemişlerdi. Fakat o istibdadın devrilmesini herkes kadar çok istediğini belirtmekle birlikte, devrim sonrasında başa geçecek örgütün yeterli olmadığını düşündüğü için bu teklife sıcak bakmamıştı. Fakat cemiyetin kararlarına uyulması hususunda kendisine yemin ettirmemeleri ve yolsuzluğa göz yumulmaması şartıyla, bir nevi tekliflerini kabul etmek zorunda kaldı. İttihatçılar aynı zamanda kendisinden bir devrim marşı yazmasını istemişlerdi ve Fikret bunu kabul etti. Millet Şarkısı isimli devrim marşı akıllarda o dönemde epey yer etti:
“çiğnendi yeter, varlığımız cehl ile kahre;
doğrandı mübarek vatanın bağrı sebepsiz.
birlikte bugün bulmalıyız, derdine çare;
can kardeşi, kan kardeşi, şan kardeşiyiz biz.”
Yazının başında da belirttiğimiz gibi, Fikret yaşadığı tarihin ürünü ve belki de o tarihi bu bağlamda sese döken tek kişiydi. 1908 devrimi olduktan sonra Sis’teki anlayışını güncelleyen Rücu (Cayma) şiirini yazacak ve bir anlamda Sis’i neden yazdığını anlatacaktı. Rücu şiirinde bile adımların dikkatli atılması konusunda hükümeti uyarıyor, bugünkü adımların yarını hazırlayacağını belirtiyordu:
“hayır, hayır, benim lanetlerim sana (yani İstanbul’a) değildi;
o sözlerimdeki bütün elemler, kınamalar, ağlamalar;
milletin hayatını üzen onu tahkir eden, çamurlayan ne kadar çirkeflik varsa
hepsini birden kucaklayıp taşıyan bir çevreye karşıydı;
biz şimdi o lanetli geceden uzaktayız!”
Tevfik Fikret öğretmenlik yaptığı Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nden bütçe kısıtlaması gerekçesiyle memurların maaşında kesinti yapıldığı için 1895 yılında istifa etmişti. 1909 yılının başında ise Fikret’in Sultani’de müdürlük yapması istendi ve şair bu teklifi kabul etti. Üç yıl önce okulun binası yandığı için yeni düzen bir türlü sağlanamamıştı ve öğrenciler zor durumdaydı. Müdür olan Fikret hem yeni binanın planlanması konusunda hem de yeni ve detaylı bir eğitim programı konusunda epey uğraştı. Müdürlük yaptığı sırada 31 Mart ayaklanması (13 Nisan 1909) patlak verdi. Bu gerici ayaklanmayı tertipleyenler devrimden rahatsızlardı, padişah ve şeriat yanlısıydılar. Fikret’i hedef alan “Farmasonların (dinsizlerin) başı Galatarasay’dadır, gider orayı da yakarız” söylemleriyle okula doğru yola çıkmışlardı. Bunu duyanlar Fikret’in saklanması gerektiğini ona söyleseler de, Fikret’e göre okulun yakılabilmesi ancak onun cesedinin çiğnenmesiyle mümkün olabilirdi. Bu düşünceyle ertesi güne kadar okulun kapısından ayrılmamış, hatta rivayetlere göre demir kapıya kendisini zincirlemişti.
Devrimden bir süre sonra, devrimi savunmak adına Tanin isimli bir gazetenin çıkarılmasına karar verilmişti, fakat Fikret gazetenin İttihat ve Terakki’nin yayın organı olmasına karşıydı, gazetenin bağımsızlığını savunuyor, tabiri caizse kendi yağında kavrulan ama özgür olan bir temel istiyordu. Fakat gazetedeki yazılar Fikret’in gözünde bir süre sonra “siyasal hırs” peşinde koşma amacına hizmet etmeye başlayınca, gazeteden ayrıldı. Bundan bir süre sonra, bir eve haciz geldiğine şahit olması üzerine, Fikret yeniden yönetimi eleştirir hale gelecekti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne, İrtikâp ve Tedenni (rüşvet ve gerileme) Çetesi diye seslenmesi, bürokrasiye karşı eleştirilerinin henüz başlangıcıydı.
Yeni bir matbuat kanununun hazırlanması, İttihatçıların bir kısmının yüksek yerlere gelmesi, hatta Enver’in hanedana damat olması, gazetecilerin sokak ortasında öldürülmesi ve bunların hepsinin üzerine 1912’de Meclisi Mebusan’ın tekrar kapatılması; Fikret için devrimin öncülerinin memlekete ettiği ihanetlerdi. Bunun üzerine 95’e Doğru şiirini yazmıştı, yani Abdülhamid’in 1878’de (Hicrî 1295) meclisi kapatmasına atıfta bulunarak. Dönemin yolsuzlukları almış başını gitmişken, Fikret Hân-ı Yağma (Yağma Sofrası) şiirini yazmış ve bu şiiri teker teker zarflara koyarak bütün devlet büyüklerine göndermişti. Bu onun en büyük hükümet ve sistem eleştirilerinden biriydi.
“Verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını,
Varlığını, hayatını, umudunu, hayalini,
Tüm olanca rahatını, olanca gönül balını,
Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helalini.
Yiyin efendiler yiyin, bu iştah açıcı sofra sizin,
Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!”
Nâzım Hikmet oğlu Memet Fuat’a yazdığı bir mektupta Hân-ı Yağma’dan şöyle bahsedecekti:
“Fikret’in bu şiiri yeryüzündeki bütün burjuva inkılâplarından sonra iktidara geçen sınıfların yüzüne hâlâ bir tokat gibi inebilecek kudrettedir.”[8]
Hân-ı Yağma şiirinin İzmir’de bir mizah dergisinde yayınlanmasından sonra, Fikret’in 1957’de cumhuriyet savcısı tarafından soruşturmaya çağrılması[9] Nâzım’ın düşüncesini doğrulamaktadır. Kendi zamanında bile padişah veya ittihatçılar tarafından dokunulmaya cüret edilemeyen şairin ölümünden 42 yıl sonra cumhuriyet rejiminde kovuşturmaya uğraması, Türkiye’de burjuva devriminin oldukça güdük kaldığının bir işaretidir.
Fikret’i anlamak
Tevfik Fikret’in yaşadığı dönemde hem öznel açıdan kendisini konumlandırdığı yer, hem de nesnel açıdan kendiliğinden yerleştiği konum onun zamanında ve sonraki zamanlarda epey tartışma konusu olmuştur. Yazının en başında belirtildiği gibi, Fikret bütünüyle savunulmamalı veya yerilmemeli, birçok kıstas eşliğinde olabildiğince iyi anlaşılmalıdır. Fikret’in anlaşılmaya ve analiz edilmeye değer bir kişilik olmasının en büyük sebebi yerel düzeyde onu ilerici kılan fikirleri ve bu fikirleri kendi iletişim biçimince ortaya koymasıyken, onun sınırlı kaldığı nokta dünya ölçeğinde daha ilerici veya devrimci olabileceği koşullar gayet elle tutulur bir düzeye ulaşmasına karşın, Fikret’in bu koşullara dair yaklaşımının ütopik bir çerçevede kalmasıdır.
Osmanlının son zamanlarında hem siyasal alanda hem de edebi alanda Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık gibi akımlar arasında büyük tartışmalar yaşanmıştır. Fikret’in mücadelesinin en büyük parçalarından birisi olan irtica (gericilik) ile mücadele, özellikle İslamcılık akımına karşı verilirken; diğer bir parça olan ırkçılıkla ve savaşlarla mücadele, insaniyetçi fikirlere düşman olan Türkçü anlayışa karşı verilmiştir. Fikret’in Âkif’le ve genel olarak İslamcı kampla yaşadığı kalem kavgası veya Türk Ocağı gibi Türkçü kampta konumlananlarla yaşadığı polemikler bir imparatorluğun çöküş zamanında ortaya çıkan fikirlere, yani yine bir maddi zemine dayanmaktadır. Fakat Fikret’in sınırlı kaldığı nokta, ilerleyen zamanlarda bazı çelişkileri kendisi de fark edecek olsa bile, ilericiliği genel anlamda Batı ile bağdaştırması ve insanlığın kurtuluşunu fikirlerin gelişmesine / bilimin gücüne bağlamasıdır. Fikret’in de katkıda bulunduğu gibi, ilericiliğin Batıyla bağdaştırılması mevzuu İslamcı kanadın anti-emperyalist giysi kuşanmasına bir sebep olacaktır. Aynı zamanda onun Robert Kolejinde öğretmenlik yapması ve batılı bir kalıp olan soneyi şiirlerinde kullanması gibi basit nedenler de diğer akımlar tarafından malzeme olarak kullanılacaktır.
Fikret’in eserlerinde hem kendi muhitinin tesirleri, hem de 18. yüzyıldaki burjuva aydınlarının ve 19. yüzyıldaki fikir insanlarının tesirleri görülmektedir.[10] Fikret o dönemin birçok fikir insanı gibi, ilk başta kurtuluşu bir burjuva inkılâbında görmüş, fakat devrimden sonra ortaya çıkan ve esasen değişmeyen hâkim sınıfın sömürüsü, Fikret’i “insan cemiyeti” anlayışına daha da çok götürmüştür. Fikret’in şiirlerine bakıldığı zaman, genel anlamda bütün insanlığın yaşadığı sıkıntılar ve o sıkıntıların sebeplerine rastlanır. Fakat tam da bu fark edişle eş zamanlı olarak, Fikret’in sebepler konusundaki tespitlerini yanlış yerde aradığı da çabucak görülebilir. İnsana dair umudu ve insanlık ailesine verdiği kıymet hiçbir zaman azalmamakla ve her zaman ön planda olmakla beraber, Fikret yaşanan sıkıntıların gerçek sebebinin sınıfsal olduğunu tespit edememiştir. Şiirlerinde çokça halktan ve halkın maruz kaldığı zulümden bahsetmekle beraber, bunun sebebini dine, hurafelere, yöneticilerin kişisel olarak namussuzluklarına ve insani değerler konusundaki yozlaşmaya bağlamıştır. Yani tarihin bir sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu Fikret’te görememekteyiz. Fikret’in daha ilerici olabilecekken ve durumları daha doğru kavrayabilecekken bunların olmama sebebi, birçok kişinin düşündüğünün aksine, Fikret’in zamanında birtakım oluşmayan maddi koşullar değildir. Çünkü Fikret dünyayı takip eden bir düşünürdü, yani ortaya koyduğu varlığın daha ileri olabilmesi için iletişimsel olanaklar da mevcuttu. Avrupa’nın dört bir yanında proletarya ayaklanmışken, proleter devrimler çağı açılmışken ve fikir dünyasında da insanlığın kurtuluşu için yeni bir işaret verilmiş, sosyalizm bilimselleşmişken; Tevfik Fikret’in bulunduğu konum Osmanlı için oldukça ileri olsa da, olunabilecek en ileri konum değildir. Onun siyasi ufku 1908 Devrimine kadarki süreçte yalnızca istibdadın çökmesi, yani II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyken, devrimden sonraki süreçte bu ufku da kaybetmiş ve siyasal anlamda bu boşluğu dolduramamıştır. Hatta kaybettiği bu ufkun yerini gerçekçi bir zeminle dolduramadığı için gittikçe karamsar olduğunu veya kurtuluşu gittikçe uzaklaşan bir geleceğe havale ettiğini, yaşamak konusunda oldukça zorlandığını ve son olarak Aşiyan’a kapanarak inzivaya çekildiğini söyleyebiliriz.
Hayatındaki en büyük arzu “bütün insanlık için hürriyet” olan birisinin, belki de hayatındaki en büyük öfke “yaşasın hürriyet” şiarıyla yapılan bir devrimden sonra, burjuva sınıfın o hürriyeti yalnız kendisi için tesis etmesidir. Nâzım Hikmet, Fikret’in hakkını bütünüyle teslim etmekle beraber, Fikret’in özellikle gerçekliği tam anlamıyla kavrayamamasını, tepkilerini genel olarak psikolojik boyutta yaşamasını ve hayatının son zamanlarını inzivada geçirmesini onun küçük burjuva temeline dayandırır. Onun ütopik bir sosyalizmin hasretini çektiğini ve küçük burjuva oluşun bütün zaaflarını taşıdığını belirtir.[11]
Beynelmilel Fikret: “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev'i beşer”
Tevfik Fikret’i birçok kıstas aracılığıyla anlamaya çalışmanın yanı sıra, başta Haluk’un Amentüsü şiiri olmak üzere birçok şiirinde de izlerine rastladığımız enternasyonal anlayış ayrı bir başlıkta incelenmeyi hak etmektedir. Haluk’un Amentüsü’nde öyle bir dize vardır ki, o dize hem bu topraklarda enternasyonalizmin ilk ifadesi, hem de Fikret’in ilericiliğinin zirvesi sayılabilir: Vatanım ruy-i zemin, milletim nev'i beşer. Bütün yeryüzünün vatan, bütün insanlığın ise millet kabul edildiği bu dize sınırların ve sömürünün ötesine taşmıştır. Üstelik bu dizenin olduğu şiirin 1908 devriminden sonra yazılmış olması da Fikret’in yukarıda bahsedildiği gibi bir burjuva devriminin sınırlılıklarını da fark ettiğini gösterir. Çünkü Tevfik Fikret bu fark edişi sadece dizeleriyle değil aynı zamanda pratikleriyle de belli eder. Örneğin Fikret, devrimden sonra İttihatçıların onu kendi kamplarına çekmek konusunda epey çaba sarf etmelerine ve yeni düzende kendisine birçok iyi konum vermek istemelerine karşın, halkın hâlâ sömürüldüğünü gördüğü için her şeyi elinin tersiyle itmiştir. Yani istibdada karşı uzlaşmaz bir mücadele veren şair, devrimden sonra da burjuva sınıfın tercihlerine ve sınırlılıklarına çarpmıştır. Fikret’in o zamana kadarki şiirlerinde gördüğümüz enternasyonal nüve, devrimden sonraki bürokratlaşma ve yozlaşma itibariyle en üst seviyeye çıkmıştır. Sırf bu dizeden dolayı Fikret, kendi zamanında ve sonrasında vatansızlıkla ve milletsizlikle itham edilmiştir. Oysaki Fikret’in bakış açısı oldukça ilericidir, Amentü’de insanlık ailesinin büyük çoğunluğunun mağdur edilmesini ifşa eder ve herkes için nihai kurtuluşun evrensel bir çizgide mümkün olabileceğini ifade eder. Ayrıca Fikret bu şiirde kendi anlayışının sınırlılıklarını da fark etmişçesine, inandığı şeylerin hayal olduğunu ama yine de o hayale canla başla inandığını belirtir. Eğer Fikret hayatı sınıfsal açıdan değerlendirseydi, inandığı şeylerin hayal olmadığına ulaşabilirdi. Örneğin Nâzım’ın şiirleri de Fikret’in şiirleri gibi insanlığa dair umudu binlerce kez anlatır. Fakat Nâzım’ın hayatı algılayışı sınıfsal olduğu için o mücadeleden ve umuttan hiçbir zaman kopmamışken, Fikret’in ütopik anlayışı kendisini büyük bir ıstıraba sürüklemiştir. Hâlbuki biz biliyoruz ki Fikret’in inandıklarının mücadelesi dünyanın dört bir yanında o zamanlarda da verilmekteydi ve verilmeye devam etmektedir.
Fikret ve hürriyet
Ölümünün üzerinden 105 yıl geçen Tevfik Fikret, en saf anlamıyla ve kendince bütün iletişim yollarıyla bir hürriyet mücadelesi vermiş ve halkın hürriyet hasretinin adeta sesi olmuştur. Özellikle günümüzde Fikret’le direkt bağdaştırdığımız başta Sis olmak üzere bazı şiirlerinin, o zamanlar yayınlanmasa bile geniş bir halk kitlesi tarafından benimsenmesi ve ezberlenmesi buna dayanmaktadır. Çünkü Fikret’in şiirleri ezberlenmek için çok üstün bir çabaya ihtiyaç duymuyordu, çünkü aslında halk kendi sesini ve düşüncelerini tekrar ediyordu. Tevfik Fikret’in en büyük çabası “yaşasın hürriyet” sözünün anlamını sonuna kadar kavramaya ve kavratmaya çalışmasıdır. O 1908 devrimine de tamamen destek vermiş, ittihatçılar bir süre sonra burjuva toplum düzenini oluşturmak adına bürokratlaşmayı üst seviyeye taşıyınca, onların sınırlarını görmüş ve onlarla da mücadele etmekten kaçınmamıştır. Hürriyet günümüzde de ekmek ve su kadar gereklidir, istibdad zamanının bir ürünü olan Tevfik Fikret’in mücadelesi birçok bakımdan epey öğreticidir. Hürriyet sözcüğünün ve mücadelesinin içini zamanına göre büyük bir olgunlukla dolduran Fikret’i ölüm yıldönümünde anmakla beraber, ona ek olarak bu hasretin yalnızca bir proletarya devrimiyle son bulacağını bilerek, biz de o zamanın şiarını emekçilerin ve ezilen halkların adına kendimize şiar ediniyoruz: Kahrolsun İstibdad, Yaşasın Hürriyet!
[1] Nâzım Hikmet, Oğlum, Canım Evladım, Memedim, İstanbul: De Yayınevi, 1968, s. 47-49.
[2] Bu dizeler de dâhil olmak üzere metindeki bütün dizeler günümüz Türkçesiyle sadeleştirilmiştir.
[3] https://web.archive.org/web/20111002113325/http://www.chioshistory.gr/en/itx/itx25.html
[4] Hıfzı Topuz, Elbet Sabah Olacaktır, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2013, s. 112.
[5] Hıfzı Topuz, Elbet Sabah Olacaktır, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2013, s. 115.
[6] https://indigodergisi.com/2017/05/turk-basini-ilk-sansur/
[7] Sabiha Sertel, Tevfik Fikret İdeolojisi ve Felsefesi, İstanbul: Yurt ve Dünya Yayınları, 1946, s. 27.
[8] Nâzım Hikmet, Oğlum, Canım Evladım, Memedim, İstanbul: De Yayınevi, 1968, s. 47-49.
[9] Çetin Altan, Marksist Açıdan Bugünkü Durum, 7 Gün Haftalık Siyasi Haber ve Aktüalite Dergisi, (108), 1974.
[10] Sabiha Sertel, Tevfik Fikret İdeolojisi ve Felsefesi, İstanbul: Yurt ve Dünya Yayınları, 1946, s. 65.
[11] Nâzım Hikmet, Oğlum, Canım Evladım, Memedim, İstanbul: De Yayınevi, 1968, s. 47-49.