Bertolt Brecht, Vedat Türkali, Tarık Akan: Kültür-sanat alanında proletarya hegemonyası
Eylül ayı içerisinde edebiyat ve sanat dünyasından iki önemli insanımızı yitirdik. Önce asırlık çınar Vedat Türkali’yi, sonra çok erken bir ölümle Tarık Akan’ı. Her ikisi de Gerçek gazetesinin internet sitesinde ayrı ayrı anıldı. Ağustos sonunda ise Gerçek sitesi bundan 60 yıl önce yitirdiğimiz, 20. yüzyılda yaşamış en önemli tiyatro adamı ve büyük bir şair olan Alman Bertolt Brecht’i andı.
Gerçek gazetesi ve sitesi elbette düpedüz siyasi yayın organlarıdır: Devrimci İşçi Partisi’nin merkezi yayın organları. Peki, neden böyle edebiyatla, sinemayla, tiyatroyla yakından ilgileniyor? Büyük düşünürümüz Marx’ın düsturu elbette bizim için de geçerlidir: “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” anlamına gelen Latince özdeyişi, Marx kendisi için en önemli ilke sayarmış. Biz de sayarız. Hele bu örneklerde olduğu gibi, “insani olan”, aynı zamanda insan türünü yücelten, daha aydınlık, daha bilinçli, daha vicdanlı bir yaşama çağıran büyük sanatçılarsa.
Ama mesele bundan ibaret değil. Sanat ve edebiyat dolaylı ama çok derin bir anlamda politik ve ideolojik alanlardır. Her alan gibi burada da tek bir sanattan, tek bir edebiyattan söz etmek olanaksızdır. Şayet modern dünyada iki ana sınıf sosyo-ekonomik hayatta karşı karşıya geliyor ve kimi zaman örtülü biçimde kimi zaman açık, hatta ölümüne mücadele ediyorsa, sanatın ve edebiyatın, sanatçının ve edebiyatçının bundan etkilenmemesini beklemek, bu büyük kavgada tarafsız kalabileceğini düşünmek mümkün değildir. Her sanatçı, kendisi istese de istemese de, amaçlasa da amaçlamasa da, son tahlilde sınıflardan birinin ideolojik evreninde yerini alır. Hayata o sınıfın gözlerinden bakar, algılaması ona göredir, vereceği ürünler de buna uygundur.
Sanatı olmayan devrimci hareket kitleye mal olamaz!
Ama etki tek yönlü değildir. Sanat ve edebiyat insan türünün düşünüş, duyuş, yaşayış tarzlarından biri hâline gelmiştir artık. Sanatçı toplumdan ve toplum içinde hareket eden, âşık olduğu kadar kavgaya da giren, dostluk kurduğu kadar devrim uğruna mücadele eden, kendi dışındaki kuşaklarla ilişki kurduğu kadar politika da yapan insanlardan etkilenir elbette. Ama tersinden bakıldığında o insanlar da kendilerine, yüreklerine, bilinçlerine değmeyi bilen sanatçılardan etkilenirler. Bir süre sonra Bertolt Brecht’in “Ana”sının başkarakteri ya da “Kafkas Tebeşir Dairesi”nde küçük çocuğa sahip çıktığı için onun anası olmayı hak eden hizmetçi kadın gibi yaşamaya karar verirler. Vedat Türkali’nin romanlarındaki komünist karakterler gibi hisseder ve davranırlar. Tarık Akan’ın “Maden” filmindeki işçi gibi arkadaşlarını seferber etmeye girişir, “Yol”daki Seyit Ali gibi kadınlarına el kaldırmamayı, onun kadar ağır bir deneyim yaşamadan öğrenirler. Bir Cem Karaca’dan bile “işçi kalmayı” öğrenirler!
İşçi sınıfı ve emekçiler, kendilerinden öğrenen sanatçılardan öğrenirler. Birbirleriyle ve dünya ile yepyeni duyarlılıklar temelinde ilişkiler kurarlar. Böylece kendilerini burjuvadan veya küçük burjuvadan, onlarla aynı ulustan ve dinden oldukları hâlde, hayatın bütün alanlarında ayırmaya başlarlar. Devletin, ya bir sınıfın hayatı yaşayış tarzını ya da ötekininkini ayakta tutmaya yaradığını görürler.
İşte bu yüzden sanat ve edebiyat alanında ya da daha genel olarak kültür alanında, proletarya hegemonyası çok önemlidir. Sınıf mücadelesinin bütün yükseliş dönemleri böyle sanatçıları yaratır ve gerektirir. Hani Lenin’in bir sözü vardır: “Devrimci teori olmaksızın devrimci bir hareket olamaz.” Biraz abartma pahasına şöyle de diyebiliriz: “Devrimci sanat ve sanatçılar olmaksızın devrimci hareket kitleselleşemez.” Proletaryanın yanında saf tutmuş sanatçılarımızı sahiplenelim, onlara göz bebeğimiz gibi bakalım!
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ekim 2016 tarihli 84. sayısında yayınlanmıştır.