Alman şirketlerine garanti kendi vatandaşına kelepçe, zulüm, işsizlik!
Türkiye ve Almanya arasındaki gerginlik bir süredir gündemde kalmaya devam ediyor. Geçen yılki mizah davasından sonra geçtiğimiz günlerde Erdoğan’a Almanya’da miting yapma izni verilmemesi, darbe girişiminde yer alan ve Almanya’ya sığınan bazı askerlerle cemaat üyelerinin iade taleplerinin geri çevrilmesi gibi başlıklarda Türkiye tepki gösteriyor. Almanya ise hükümetin Alman milletvekillerinin İncirlik’teki Alman askerlerini ziyaret etmesine izin vermemesinin ardından bu üsten ayrılmaya karar vermişti. Ardından benzer bir kriz Konya’daki NATO üssünde de yaşandı. Ayrıca Almanya, Die Welt gazetesi muhabiri Deniz Yücel’in ardından Büyükada’da aralarında bir Alman vatandaşının da bulunduğu insan hakları savunucusu ve dernek yöneticilerinin tutuklanmasına da tepki gösteriyor.
Elbette ki emperyalist bir ülke olan Almanya’nın elindeki kozlar çok daha fazla. Bu bağlamda Almanya hükümeti, Türkiye’nin isteğiyle Gümrük Birliği’nin yeniden düzenlemesi çalışmalarının askıya alınması, AB yardımlarının kesilmesi, Alman şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarına devlet garantisinin kaldırılması ve Alman turistleri Türkiye’ye gelmekten caydıracak bazı uygulamaların başlatılması yolunda tedbirleri gündeme getirdi. Türkiye’nin karşı hamlesi ise Büyükada davasında adli kontrolle serbest bırakılan iki insan hakları savunucusunu daha yeniden tutuklamak oldu.
Gazeteci ve insan hakları savunucularının tutuklanmasının Almanya üzerinde bir yaptırım gücü olmadığı açık. Zaten hedef de Almanya’ya yaptırım uygulamak değil. Örneğin Büyükada’da tutuklananlardan sadece biri Alman vatadaşı. Bir de İsveç vatandaşı varç. Geri kalanlar ise Türkiye’nin kendi vatandaşları. Bir rehine operasyonunu andıran tutuklamalarla kendisine şantaj yapılanın Almanya’dan daha çok Türkiye’den yükselen muhalefet olduğu gözüküyor. Casusluk ve terör suçlamalarına temel oluşturacak hiçbir delilin sunulamadığı, gizli ve açık tanık ifadelerinin bile zorlama yorumlarla tutuklamaya dayanak yapıldığı, cemaatten görmeye alıştığımız türden yargılamalarla karşı karşıyayız.
Tutuklamaların esasen casusluk ve terörle ilgili olmadığını en iyi hükümetin kendisi biliyor olmalı ki kamuoyuna yönelik yüksek perdeden konuşmalar yaptıktan sonra Almanya’ya dönüp sürekli alttan alma ihtiyacı hissediyorlar. Aksi takdirde yabancı bir ülkenin kendisine yönelik yıkıcı terör ve casusluk faaliyetleri içinde olduğunu açığa çıkaran bir ülke böyle mi davranırdı? Kendi ulusal çıkarlarını düşmanca girişimlere karşı alttan alarak mı korurdu? En önemlisi de kendisine düşmanlık güden bir ülkenin savaş uçaklarına ve askerlerine ev sahipliği yapar mıydı? Biz askerlerimizi çekeriz diyen düşmansa ona siz bilirsiniz mi denir yoksa o askerler kapı dışarı mı edilir?
Tam tersine söylenenler, yaşananlar ve yapılanlar, Türkiye’nin emperyalizme olan bağımlığının açık birer kanıtıdır. Örneğin Erdoğan güya Almanya’ya karşı diyor ki: “Esasen Almanya kökenli şirketler ülkemizde en rahat çalıştığımız, en güzel işleri yaptığımız kuruluşlar arasında özel bir yere sahiptir. Böyle bir kara propagandayla ülkemizde son 15 yılda 9 milyar dolara yakın yatırım yapan Alman şirketleri üzerinde baskı kurmaya çalışıldığı ortadadır. Uluslararası yatırımcıların tamamı gibi Alman şirketlerine de ülkemizin kapıları ve milletimizin gönlü sonuna kadar açıktır.”
Sanki emperyalist Alman şirketleri Türkiye’ye hayır için geliyor. 9 milyar dolar yatırım yapıp Türkiye’de ucuz iş gücü sömürüsüyle kat be kat fazlasını elde ettiği Almanya’ya aktarmıyor! Erdoğan “hasbelkader elde ettikleri zenginlikle şimdi tehdit etmeye kalkıyorlar” derken aslında kendisini ve kendisi gibi yüzünü emperyalizme dönmüş iktidarları ele veriyor. Hayır! Almanya ve diğer emperyalist güçler hasbelkader zengin olmamıştır. Ezilen ulusların ve ülkelerin kaynaklarını yağmalayarak, işçi düşmanı müstebit iktidarların sermaye için ucuz emek cennetine çevirdiği bu ülkelere milyarlarca dolarlık sermaye ihraç edip emperyalist kârları ülkelerine götürerek zengin olmuşlardır. İşin teferruatı değil merkezi buradadır.
Ama tam da bu merkezde, yani meselenin kalbinde, emperyalist şirketlerin işbirlikçi iktidarlar eliyle bağımlı ülkelerin topraklarında cirit atması söz konusu olduğunda Erdoğan ve AKP iktidarının da tutumu bellidir. Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi: “Türkiye'deki tüm Alman yatırımları, yüzde 100 Türk hükümeti ve devletinin garantisi altında. Türk hukuku ve kanunlarının garantisi altındadır. Türk yatırımcıların hakları neyse onun gibidir, hatta bazı imtiyazları bile vardır. Başbakan Binali Yıldırım: “Açık söylüyoruz biz sizi Alman şirketi olarak görmüyor, bu ülkenin şirketi olarak görüyoruz.” Nihayet Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Biz bugüne kadar Türkiye'de faaliyet gösteren Alman firmalarını nasıl güvence altında çalıştırdıysak bundan sonra da aynı şekilde güvence altında çalıştırmaya devam ederiz. Onların garantisi biziz, güvencesi biziz.”
Elbette ki emperyalistler lafa değil icraata bakarlar. Dolayısıyla bu sözlerin hemen ardından terörü finanse ettikleri iddiasıyla Türkiye tarafından İnterpol’e verilen Alman şirketleri listesi apar topar geri çekildi. Türkiye hükümetinin Alman şirketlerinin garantörü olduğu bir kez daha gösterilmiş oldu. Peki ya Türkiye vatandaşı işçilerin bir garantisi var mı? Mesela toplu sözleşme öncesi Mercedes fabrikasından çıkartılan 300 işçinin haklarının garantisi var mı? Bu 300 işçinin yerine İşkur vasıtasıyla yerleştirilen düşük ücretli sigortasız işçilerin haklarının bir garantisi var mı? Yine aynı şekilde son haftalarda Alman Bosch fabrikasından işten çıkartılan işçilerin haklarını kim koruyor? Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin korumadığı açık…
İşte bir ülkenin emperyalizme bağımlı olup olmaması yöneticilerinin hamasi nutuklarıyla değil, ülke yönetiminin karşı karşıya geldiğinde kendi vatandaşını mı yoksa emperyalist şirketleri mi koruduğuna göre ölçülür. Almanya meselesinin özü budur.