Örgütlenmenin bir bedeli var, peki ya örgütsüzlüğün bedeli?
Berat Albayrak başta olmak üzere istibdadın temsilcileri, işçi ve emekçilerin gözünün içine baka baka yalan söylüyor, ekonomi alanında olumlu bir tablo çizmeye çalışıyor. Ama güneş balçıkla sıvanmıyor, işçi ve emekçi milyonlar, mutfakta bir türlü sönmeyen yangından ekonominin gerçek yüzünü etinde kemiğinde hissediyor. Bu düzenin insanlara bir gelecek vadedemediği, salgın günlerinde daha da açık bir şekilde ortaya çıktı. Bireysel kurtuluş hayalleri, en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile tel tel dökülen düzenin sefaletine çarpıp, tuzla buz oldu. Bunun karşısında işçi ve emekçiler için iki yol var: Ya of pof edip söylenir ve bir şey yapmadan beklersiniz ya da bugünü de geleceği de yeniden kurmak için mücadeleye girişirsiniz. Örgütlenmenin, mücadelenin bir bedeli olabilir, peki mücadele etmemenin her gün ödettiği bedeller? Onlar daha mı az?
Asgari ücretin 2.384 lira olduğu ülkede, Türk-İş’in Eylül ayında açıkladığı rakamlara göre dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 2.448, yoksulluk sınırı ise 7.973 lira. Bekar bir işçinin yaşama maliyeti 3.002 lira. Ağustos ayına kıyasla bu rakamlar %3 civarında artmış durumda. Önümüz kış, yaz aylarında bir nebze olsun düşen gıda fiyatları yükseldikçe bu farklar daha da artacak, işçinin emekçinin sofrasındaki ekmek daha da küçülecek. Asgari ücretin biraz üzerinde ücret alan ve vergi dilimi nedeniyle yılın son aylarını asgari ücretli olarak geçirecekleri de hesap edince, daha iyi bir ücret, daha insanca yaşam koşulları için örgütlü olmamanın, mücadele etmemenin bedelini milyonların açlıkla, yoksullukla ödediği çıplak bir şekilde görülüyor.
Bu düzende zaten kimse için tam bir iş güvencesi yok ama örgütsüz, sendikasız iş yerleri için iş güvencesinin İ’sinden bile söz etmek mümkün değil. Örgütsüz iş yerlerinde işçiler yalnızca her gün kapının önüne koyulma tehdidi ile değil, iş cinayeti tehdidi ile de çok daha fazla burun buruna çalışıyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) Eylül ayında yayınladığı rapora göre, yılın ilk sekiz ayında en az 1.306, Ağustos ayında ise 208 işçi, iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Ölen işçilerin %97’sini sendikasız, örgütsüz şekilde çalışan işçiler oluşturuyor. Üstelik bu rakamların ulusal-yerel basın, sendika, işçi yakınları gibi kaynaklardan toplandığı ve bilgisine ulaşılamayan iş cinayetlerinin çoğunlukla sendikasız iş yerleri olacağını düşünülürse, oranın %97’nin de üstünde olduğunu öngörebiliriz. İş güvencemizi daha iyi savunmak, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin alınmasını sağlamak için örgütlenmenin, mücadele etmenin bir bedeli olabilir, ama örgütsüzlüğün bedeli çok daha ağır: her gün iş kazası ve cinayeti tehdidi altında çalışmak.
Patronların kâr hırsı nedeniyle daha az işçiyle daha çok iş yapmaya çalışmaları, zorunlu fazla mesai dayatması, mesaiye kalmayanın, hastalandığında rapor almak zorunda kalanın ilk işten çıkarılacaklar listesine adının azılması anlamına geliyor. Yıllık izin haklarını hakkıyla kullanmak, gece gündüz çalışmaya, uzun mesailere dur demek için bile örgütlü olmak gerekiyor. Diğer bedeller kadar görünür değil belki ama örgütsüz çalışmanın, mücadele etmemenin bedelini işçi sınıfı, ailesiyle, sevdikleriyle daha az zaman geçirerek, çocuklarının en güzel zamanlarına doğru dürüst şahit olamayarak ödüyor.
Bu bedeller az mı? Bunun karşısında iş yerinde örgütlenmenin, mücadele etmenin bedeli ne? Salgın döneminde sözde işten çıkarmanın yasak olduğu günlerde bile insanca ücret, yaşam ve çalışma koşulları için sendikalaşan Çerkezköy’deki MTN Plastik, Gebze’deki Özer Elektrik ve Çorlu’daki Ünal Kablo işçileri işten çıkarıldı. Sendikalı çalışma hakkı anayasada yazıyor, ama ne patronlar anayasa tanıyor, ne onların devleti kendi anayasasına sahip çıkıyor. Sendikalaşma hakkını işten çıkarma saldırısıyla gasp etmeye çalışan ilk patronlar da bu fabrikaların patronları değil. Bu saldırılar o kadar sistematik ki, bugün herhangi bir fabrikada sendikalaşma faaliyetlerine başlayan bir işçi, işten çıkarılma tehdidi ile karşı karşıya kalabileceğini bilerek bu işe girişir. Ama tıpkı bu düzenin bir avuç asalak patronunun kendi çıkarları için ödetmeye çalıştıkları bedeli ödemeyi reddettikleri gibi, mücadele etmenin bedelinden de ancak mücadele ederek kurtulabilir, işçi sınıfı bu güce sahiptir. Bu gücü görmek için üç yıla yakın bir süre önce sendikalaşmayı işten çıkarmayla engellemeye çalışan patrona fabrikasını işgal ederek cevap veren Tuzla’da HT Solar işçisinin, üç günde patrona diz çöktürdüğünü hatırlamak bile yeter. Bu gücü görmek için, daha yakın bir zamanda Bursa’da Akwell fabrikasında sendika hakkını, iş durdurarak, fabrikayı terk etmeyerek savunan ve Eylül ayında toplu sözleşme imzalayan işçilerin mücadelesine bakmak yeter. Üstelik bugün mücadeleye devam eden Cargill’in direnişçi işçileri, SF Trade’de sendika hakkına sahip çıkan öncü işçi kadınlar henüz somut olarak talepleri karşılanmadığı durumda bile birçok şey kazanmadılar mı? Dayanışmanın gücünü görmek, sınıf mücadelesinin öğrettikleri ile asalak patronlara karşı sadece ekmeklerine değil, örgütlenme haklarına, hürriyetlerine de sahip çıkmanın, bu mücadelenin zorluklarını göğüslemenin onurunu yaşamak az mı? Tutulması gereken yol budur. Mücadele etmek, örgütlenmek işçi sınıfı için sadece daha iyi bir yaşam için tutulması gereken yol değil, en onurlu yoldur.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2020 tarihli 133. sayısında yayınlanmıştır.