Zarrab, Çağlayan ve “diğer hükümet yetkilileri”: Halk hesap sormazsa, emperyalist şantaj yapar!
ABD’de görülen Reza Zarrab (Rıza Sarraf) davasında Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’nın tutuklanmasının ardından eski bakan Zafer Çağlayan ve Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan hakkında da tutuklama kararı verilince mesele siyasi olarak yeni bir sıcaklık kazandı. Zafer Çağlayan, 2015 yılında Reza Zarrab’dan rüşvet olarak aldığı söylenen 700 bin lira değerindeki kol saati ile Halkbank Genel Müdürü Aslan ise evinde bulunan ayakkabı kutularından çıkan 2,5 milyon dolar ve 1,5 milyon Avro ile gündeme gelmişlerdi. Erdoğan ve AKP’nin cemaatle kavgasına dönüşen yolsuzluk davaları ciddi bir siyasi krize yol açmış, yolsuzlukla suçlanan diğer bakanlarla birlikte Zafer Çağlayan’ın da Yüce Divan’a gitmesi engellenmişti. Süleyman Aslan ise tutuklandıktan birkaç gün sonra serbest bırakılmış daha sonra hakkındaki dava düşürülmüş ve ayakkabı kutularından çıkan meblağ faizi ile birlikte kendisine ödenmişti.
Türkiye halkı, yolsuzluk iddialarının arka planını hiçbir zaman öğrenemedi. Kurulan delil karartma rejimi sayesinde iktidar tarafından üzeri kapatılan yolsuzluk dosyaları, bugün ABD’nin elinde bir koz olarak yeniden piyasaya çıkartılmış durumda. ABD elindeki kozları adım adım açıklayarak her aşamada AKP hükümetini yeni bir tehdit düzeyiyle karşı karşıya bırakıyor. İddianamede Halkbank’tan “Turkish Bank 1” olarak söz edildiğine göre bir süre sonra bir ya da daha fazla yeni Türkiye bankası dosyaya girebilir. Her yeni adım hükümetin ABD’nin emperyalist dayatmaları karşısında daha da zayıflamasına yol açıyor. İddianamede hakkında tutuklama kararı çıkartılan Zafer Çağlayan’ın sanıkolarak adının geçtiği yerlerde sürekli olarak “ve diğer hükümet yetkilileri” sözünün geçmesi ise, sırada başkalarının ve tabii ki o dönem hükümetin başında Erdoğan’ın da olması ihtimalini akıllara getiriyor. Dolayısıyla söz konusu tutuklama kararı Erdoğan’ın BM toplantısına katılmak üzere ABD’ye gitmesinden hemen önce gerilimi had safhaya çıkartmış durumda.
Erdoğan, söz konusu tutuklama kararı karşısında Zafer Çağlayan’a tamamen sahip çıkmaya devam ediyor. Tutuklama kararını Türkiye’ye yönelik bir adım olarak değerlendiriyor. Hükümetten yapılan açıklamalar da aynı yönde. Çağlayan’ın ne yaptıysa Türkiye’nin çıkarı için yaptığı ifade ediliyor. Erdoğan, davanın İran’a yönelik ambargonun delinmesiyle ilgili boyutuna ilişkin tutum alırken sadece Çağlayan’a değil Zarrab’a da sahip çıkıyor: “Neymiş İran'la yaptırımları delmiş. Bir defa biz İran'a yaptırım uygulama kararı almadık ki. Atılan bu adımlar tamamen siyasidir. Bu işlerin arkasından çok pis kokular geliyor. Rıza Zarrab olayı da öyledir. Halk Bankası yardımcısı Hakan (Atilla) beyin olayı da öyledir."
Erdoğan’ın bu şekilde davayı tamamen üstlenmesi meselenin siyasi boyutunu öne çıkarmaktadır. Dolayısıyla da bu davaya ilişkin Türkiye’nin emekçi halkının menfaatlerini gözeten ve gerçeklere dayanan bir siyasi tutumun alınması gerekmektedir. Bu anlamda sol ve sosyalist çevrelerde sıkça görüldüğü gibi ABD’den gelen açıklamaları “yorumsuz”haberleştirmek, çok önemli bir siyasi sorunda “sorumsuz” davranmak demektir. Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin bu dava bağlamında emperyalizmden ve iktidardan bağımsız bir siyasi tutum geliştirmesi zorunludur.
DİP ve Gerçek gazetesi ne demişti?
Devrimci İşçi Partisi ve Gerçek gazetesi bu tutumu başından itibaren tüm açıklığı ile ortaya koyuyor. Her şeyden önce bu dava etrafında ortaya çıkmış olan yolsuzluk iddialarının açıklığa kavuşması gerektiğini savunuyoruz. Bu anlamda hangi sebeple olursa olsun ortaya saçılan gerçeklerin tamamının halkın hesap sorması açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. “Sarraf’ın yargılanması elbette Türkiye’de üzeri örtülmüş gerçeklerin ortaya çıkması açısından bir fırsattır. Bu bakımdan davayı yakından izlemek ve ortaya çıkabilecek bütün olguları Türkiye’deki büyük yolsuzluk furyasının diğer suçlularının da yargılanması için kullanmak gerekir. Bunda kuşku duyulacak hiçbir şey yok.”(“Bırakın gerçekler ortaya dökülsün! Hesabı halk sorsun!”, 29 Mart 2016, http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/sarraf-davasi-birakin-gercekler-ortaya-dokulsun-hesabi-halk-sorsun).
Diğer yandan en başından beri bu davada ABD’nin gerçekleri ortaya çıkarma, Türkiye halkından çalınan paraların hesabını sorma niyetinde olmadığını, şantaj amacının ağır bastığını söylüyoruz: “Zarrab davası büyük bir davadır. Ucu apaçık Erdoğan'a uzanmaktadır. Ancak ABD'nin Erdoğan'la Ortadoğu'da yapacağı kirli işler için bu davayı bir şantaj malzemesi olarak kullanması, bu kirli ilişkileri tüm açıklığıyla ortaya dökmesinden daha büyük bir olasılıktır.” (“Zarrab davasında ipin ucu Erdoğan’a uzanıyor: Ufukta Yüce Divan var!”, 10 Haziran 2016, http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/zarrab-davasinda-ipin-ucu-erdogana-uzaniyor-ufukta-yuce-divan-var).
Şimdi BM toplantısından önce ve Suriye ile Irak’ta ABD’nin müdahil olduğu çok önemli gelişmeler olurken davanın yeniden ısıtılması Trump yönetiminin de Obama yönetimi gibi şantajı devreye sokarak Erdoğan’ı ABD’nin kirli işlerine uyum sağlamaya zorlamayı hedeflediğini düşündürmektedir.
Trump’ın Obama’dan tamamen farklı olacağını düşünen ve Astana görüşmeleriyle Rusya’ya yakınlaşan Erdoğan’ın ABD’ye karşı koz elde ettiğini düşünenleri şöyle uyarmıştık:“Astana'da varılan anlaşmayı Erdoğan'ın Trump karşısında koz olarak kullanması pek olası değil. Mevcut durumu Pentagon'un ya da CIA'nın görmediğini düşünmek saflık olur. Dolayısıyla eğer Astana anlaşması Erdoğan Washington'a gittiğinde masaya konulacaksa Trump tarafından konulacaktır ve bu anlaşmada Türkiye'nin ABD'nin çıkarlarını korumak üzere hareket etmesi istenecektir. Ne de olsa, Erdoğan'ın blöflerinin karşısında Trump'ın elinde Zarrab davası ve daha önemlisi Türkiye'nin NATO üyesi olması gibi gerçek kozlar bulunuyor. Astana görüşmeleri, Türkiye NATO üyesi kaldıkça attığı her adımın emperyalizmin yörüngesine daha fazla girmesiyle sonuçlanacağının açık bir kanıtı olarak önümüzde duruyor.” (“Astana’da Ne Oldu?”, 5 Mayıs 2017, http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/astanada-ne-oldu).
Yönetime geldiğinde Zarrab davasının savcısını görevden alan Trump’ın bugün Erdoğan ve AKP cephesinin beklentilerinin aksine elindeki kozu kullanmaktan hiçbir zaman vazgeçmediği görülmektedir.
Davanın İran ambargosuyla ilgili boyutu da son derece önemlidir. En başından beri İran’a yönelik ambargonun delinmesinin bir suç olmadığını, suç olanın emperyalist ablukanın kendisi olduğunu vurguluyoruz. Ne var ki ne Zarrab ne de diğerleri ABD emperyalizmine karşı İran ve Türkiye halklarının menfaatlerini savunan ve bunun bedelini ödeyen mücahitlerdir. Reza Zarrab’ın ortağı Babek Zencani’nin “ambargoyu delerken” İran’ı 2,8 milyar dolandırdığı için idam cezasına çarptırıldığını unutmamak gerekir. “Rıza Sarraf eğer sadece İran'a yönelik ambargoyu delmekten yargılanıyor olsaydı buna karşı çıkardık. Çünkü İran'a yönelik yaptırımları başından beri gayri meşru olarak görüyoruz. Ancak gerek Sarraf gerekse de İran'da idam cezası alan ortakları emperyalizmin yaptırımlarına karşı mücadeleleri dolayısıyla değil kendi ceplerine indirdikleri milyarlar ve kurdukları rüşvet ağı dolayısıyla suçlanmaktadır.”(“Bırakın gerçekler ortaya dökülsün! Hesabı halk sorsun!”, 29 Mart 2016, http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/sarraf-davasi-birakin-gercekler-ortaya-dokulsun-hesabi-halk-sorsun).
Daha bir de Michael Flynn dosyası bekliyor
Zarrab-Çağlayan davası ABD yönetimi tarafından AKP hükümetinin başında bir Demokles kılıcı gibi tutuluyor. Belli ki çıtanın adım adım yükseltilmesiyle hükümet politik olarak tutsak haline düşürülmeye çalışılıyor. Ama ABD yönetiminin elindeki kozlar bu davadan ibaret değil. Bir de Trump’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı General Michael Flynn meselesi var.
Michael Flynn, ABD ordusunda çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Trump’ın 20 Ocak 2017 tarihinde başkanlık görevini devralmasının ardından yeni başkanın ulusal güvenlik danışmanı yapıldı. Ancak seçimden önce Rusya’nın ABD büyükelçisi Sergey Kislyak ile yaptığı bir görüşmede Rusya’ya uygulanmakta olan yaptırımların konuşulduğunu Trump’ın yardımcısı Michael Pence’ten gizlediği gerekçesiyle daha bir ayını bile doldurmadan 13 Şubat günü görevden alındı.
Flynn, AKP hükümetinin politikalarını ABD devleti nezdinde savunmasıyla şöhret kazanmış durumda. Fethullah Gülen’in Türkiye’ye iadesini savunduğu biliniyor. Ama daha sonra, Obama yönetimi döneminde bir askeri görevli sıfatıyla Suriye’de Kürt güçleriyle işbirliği halinde Rakka’ya karşı operasyon yapılmasını engellediği ortaya çıktı. Üstüne üstlük Türkiye adına lobicilik yaptığı, bu işler için DEİK Türk-Amerikan İş Konseyi’nin başkanı Ekim Alptekin eliyle kendisine 530 bin dolar ücret ödendiği bilgisi de ortaya saçıldı. İşi daha vahim hale getiren şuydu: Flynn ABD yasalarına göre yabancı bir hükümet adına lobicilik yaptığını açıklamak zorunda olduğu halde bunu saklamıştı. Ortada ABD yasaları açısından bazı Kongre üyelerinin “vatana ihanet” olarak nitelediği çok ağır bir suç var. Bu dosyanın ne zaman patlayacağı da muhtemelen Zarrab davasının gidişatına ve ABD-Türkiye ilişkilerinin seyrine bağlı olacak. AKP hükümetinin dış politikada her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmış olması, hükümeti çok çeşitli bakımlardan ABD karşısında zayıf kılıyor.
Doğru tutum ne olmalı?
Bugün bu meseleye doğru yaklaşım şudur:
1. Zarrab ve dört bakan ile ilgili davanın ilk ortaya çıkmasında cemaatin inisiyatif göstermiş olması, yolsuzluk iddialarının üzerinin kapatılmasının gerekçesi olamaz. Emekçi halkın çıkarı sadece 17-25 Aralık sürecinde gündeme gelen yolsuzluk iddialarının açıklığa kavuşmasından yana değildir. Aynı zamanda Erdoğan’ın “ne istediniz de vermedik” dediği dönemde cemaate rağmen değil cemaatle birlikte yapılan ve buzdağının suyun altında kalan büyük kısmını oluşturan yolsuzlukların ortaya çıkmasından yanadır.
2. ABD eliyle yürüyen dava gerçekleri ortaya çıkarmaya değil emperyalist çıkarları korumaya odaklıdır. Bu davadan ortaya saçılan her bilgi Türkiye’nin emekçi halkının soracağı hesap için bir veridir. Ancak bakanlardan, Cumhurbaşkanına kadar kim ne suç işlemişolursa olsun, bu suçlar ne kadar ağır olursa olsun, bu kişilerin ABD emperyalizmi tarafından yargılanması kabul edilemez.
3. Erdoğan dâhil olmak üzere herkesin halka hesap vermesi zorunludur. Bu hesap sadece açlık sınırının altında 12 saat çalışarak yaşamını idame ettiren emekçilerden çalınan milyonların milyarların hesabı değildir. Aynı zamanda kendisiyle birlikte tüm Türkiye’yi emperyalist şantajların muhatabı yapan AKP iktidarının tüm icraatlarından hesap sorulmalıdır.
Halk kendi hesabını nasıl sormalı?
Türkiye, 16 Nisan’da ne halkın ne de tarihin nezdinde meşruiyet kazanamamış bir referandum sonucuyla bir istibdad rejimine sürükleniyor. Bu istibdad rejimi yargı bağımsızlığını yok eder, TBMM’yi saf dışı bırakırken, Türkiye’nin yargısının bu davayı tarafsız şekilde görme olanağını da halkın siyaseten hesap sorma imkânını da ortadan kaldırıyor. Bu durumda bir kez daha halkın kendisi “En Yüce Divan” olarak öne çıkmak durumundadır. Zincirsiz bir Kurucu Meclis’le halk memleketin kaderini eline almalıdır. Zincirsiz bir Kurucu Meclis, iktidarın karşısında eğilen yargıçların yerine başı dik halkın iradesini hakım kılacaktır. Emperyalizmin şantajları o zaman boşa düşecek, Türkiye halkı kendisine karşı işlenen suçlardan kendisi hesap sorarken, ABD’ye hak ettiği cevabı da lafı dolandırarak değil İncirlik’i kapatıp NATO’dan çıkarak verecektir.