Tayyip Erdoğan uçurumun kenarında, Türkiye’yi de sürüklüyor!
17 Aralık’ta yapılan yolsuzluk operasyonu ve ardından yaşananlar Türkiye’de tarihte az görülmüş derinlikte bir kriz doğurmuş bulunuyor. Bu kriz üç ayrı krizin bir toplamı olarak görülmeli. Hâkim sınıfların ülkeyi istikrarlı biçimde yönetmek bakımından güvenebileceği bir gücün mevcut olmaması anlamında bir siyasi kriz. Dünyada ve Türkiye’de ekonomik koşullar çerçevesinde zaten var olan eğilimlerin bu siyasi kriz tarafından azdırılması ile ortaya çıkan bir ekonomik kriz. Devletin bütün organlarının ve bazı organların kendi içindeki farklı güçlerin birbirine girmesi sonucunda doğan devlet krizi.
Bu krizler 17 Aralık operasyonunun üzerinden neredeyse iki ay geçmesine rağmen birbirini besleyerek devam ediyor
Kriz 1: Devlet krizi
Halkın malını çalanlar hükümet tarafından korunuyor!
Devletin, en başta yargının ve polis teşkilatının, ama aynı zamanda MİT’in krizi devam ediyor. Özellikle emniyet hallaç pamuğu gibi atılıyor. Bugüne kadar 6.500 polisin görev yerinin değiştirilmiş olduğu hesaplanıyor. Yeni İçişleri Bakanı, parlamenter bir rejimde hükümetin sahip olamayacağı birtakım yetkileri kendinde vehmetmektedir. Yatağan işçilerinin Ankara’ya yürüyüş talebine Çalışma ve Enerji Bakanlıkları’nın olumlu cevap vermesi, ama İçişleri Bakanı’nın yürüyüşü kesin bir dille yasaklaması sadece artık sıradan bir olay haline gelen anayasal “önceden izin almaksızın” gösteri düzenleme hakkının yeni bir gaspı değildir. Aynı zamanda, bir “iç kabine”nin Tayyip Erdoğan adına olağanüstü hal yöntemleriyle öteki bakanlıklara karşı bile mücadele etmekte olduğunu gösteriyor.
Yargı alanında Adalet Bakanı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) hâkim olalı birçok savcının görevi değiştirildi. Adalet Bakanı’nın şahsen birçok soruşturmaya engel olmaya çalıştığı savcıların onun hakkında hazırladığı fezlekelerden ortaya çıktı. İş en sonunda 17 Aralık operasyonunun temelinde yatan konulara ilişkin iddianameyi hazırlamakta olan savcıların azledilmesine kadar ulaştı. Hükümet, yargıya el koymuştur. Kendi mensuplarının ve yakınlarının yargılanmasını engellemektedir. Bu tarihi bir suçtur. Halkın malını çalanlar yasaların üzerine çıkartılıyor.
Mesele yolsuzlukla da sınırlı değil. Suriye giden araçların savcılar tarafından aratılmasının “MİT aracıdır” gerekçesi ile sürekli olarak engellenmesi, hükümetin faaliyetlerinin daha genel olarak denetimsiz bir serbestiyet kazanması anlamına geliyor.
Savcıların yetkilerini gasp etmenin ötesinde hükümet aynı zamanda bakanlar konusundaki fezlekelerin meclise gelmesini engelleyerek yasama organının da işini yapmasını engellemektedir. 17 Aralık operasyonunun hemen ardından hakkında konuşulmaya başlanan fezlekeler, neredeyse 40 gündür Adalet Bakanlığı’nda oyalanmaktadır (bkz. kutu).
Bunun yanı sıra, yolsuzluk soruşturmalarına yayın yasağı getirilmesinin devamında sansür bir kanser gibi yayılarak parlamento çalışmalarına bile el atmıştır. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın (TİB) CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran’ın vermiş olduğu bir önergeyi internet sitelerinden sansür etmeye kalkışması, Erdoğan hükümetinin bir başka suç işlemesi anlamına geliyor.
İç kabine
Hükümet, bütün devlet organlarını kendine bağlı kılma çabası içindedir. Hükümetin kendisi ise Tayyip Erdoğan ve adamlarından oluşan bir “iç kabine”ye indirgeniyor. Bu “iç kabine” İçişleri Bakanı Efkan Ala, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, giderek TİB’in adını bile kimsenin bilmediği başkanı gibi Tayyip Erdoğan’ın seçme adamlarından oluşuyor. Kısacası, devlet organlarının arasında bir savaş biçimini alan devlet krizi süregidiyor.
Bu, elbette devletin gücünü ciddi biçimde sarsan, sınıf hâkimiyeti açısından tehlikeler yaratan gedikler doğuruyor. Bugün geçtiğimiz Haziran ayındaki gibi bir halk isyanı patlak verecek olsa, devlet bunu kontrol altına almakta çok daha büyük zorluklarla karşılaşacaktır. Yargı delik deşiktir. Emniyet küskünlerle doludur. Bunun öncesindeki yıllarda ordunun da ciddi bir prestij kaybına uğramış olduğu hatırlanırsa, devlet açısından durum vahimdir.
Ergenekon-AKP ittifakı
Başında Erdoğan’ın adamı gibi davranan Necdet Özel’in olduğu ordu, işte bu koşullarda Ergenekon, Balyoz ve benzeri davaların yeniden görülmesi ve muvazzaf subayların salınması konusunda basınç yapmaya başladı. Kontrgerilla ve sosyal kontrgerilla güçleri (yani “ulusalcılar”) Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metni Feyzioğlu’nun bu davaların sanıklarının salıverilmesi için hazırladığı formülün üzerine bunun için atladılar. Devletin bekasına her şeyden daha fazla önem veren güçler, bugün ordunun generallerinin itibarını iade etmeye çalışıyorsa, bunun bir nedeni de devletin büyük yaralar almış olan baskı aygıtının kısmen de olsa onarılması ve kuvvetlendirilmesidir.
Kutu
Fezlekeler buharlaştı
17 Aralık operasyonunun (ayakkabı kutularında ve yatak odalarındaki kasalarda ve para sayma aletlerinde somutlaşan) yolsuzluk iddialarından hareketle hazırlanan fezlekeler, abra kadabra yöntemiyle görünmez hale getirilmeye başladı. Fezleke, savcının milletvekili dokunulmazlığına sahip kişilerin suç işlediği şüphesi üzerine dokunulmazlığın kaldırılıp kaldırılmayacağına ilişkin kararında meclisi bilgilendirmek için kullandığı dosyaya verilen ad. Basında çıkan haberlere göre, adı ve oğulları yolsuzluğa karışmış olan dört bakan için hazırlanan fezlekeleri meclis başkanlığı “bize ancak bakanlık kanalıyla gelebilir” diye iade etmişken, bakanlık da “bizimle ilgisi yok” diyerek iade etmiş bulunuyor. Bu durumda savcılık Ankara şehri içinde fezlekeleri bir türlü meclise iletememiş olacak! Böylece ayakkabı kutularının ve para sayma aletlerinin yarattığı psikolojik etki geçene kadar fezlekeler oyalanacak, “sumen altı” edilecek! Parlamenter düzenin güzellikleri: yasamanın yürütme üzerindeki denetimi işte böyle etkili biçimde çalışıyor!
Kriz 2: siyasi kriz
Öküz öldü, yeni ortaklık gerekiyor
Koalisyon hükümeti çöktü. Bu cümle başka koşullarda şimdiden yeni bir hükümet formülünün aranmaya başlamasını zorunlu olarak gerektirirdi. Ama bugün çöken koalisyon, yani Tayyip Erdoğan’ın AKP’si ile Fethullah Gülen’in başında olduğu cemaat arasındaki iktidar koalisyonu çöktüğünde hükümet (evet, epeyce büyük bir sarsıntı ile birçok bakanını değiştirmek zorunda kalmış olsa da) devrilmedi. Çünkü koalisyon ortaklarından biri siyasi parti olarak örgütlenmemiş olan bir siyasi odak. Dolayısıyla, koalisyon çöktüğü halde, o koalisyonun ürünü olan hükümet film setlerindeki Holivud dekoru gibi ayakta. Şimdi sadece set görüntüsü vermeye değil, Türkiye’yi olağan yöntemlerle yönetmeye yarayacak bir hükümet gerekiyor.
Başka bir biçimde ifade edilecek olursa, Türkiye bir toprak kayması yaşadı. Ama toprak henüz yeni coğrafi konumuna yerleşmiş değil. Çökme oldu, yerleşme henüz olmadı. Şimdi bütün siyasi güçler, yeni güç dengelerinin gerektirdiği yeni yerleşmeyi kendi lehlerine sağlamak için mücadele ediyorlar. Yani Türkiye burjuvazisine yeni bir siyasi liderlik yaratma mücadelesi bütün şiddetiyle devam ediyor. Siyasi kriz gürbüz ve canlı!
Tayyip Erdoğan’ın müttefik arayışı
Bugün Türkiye politikasında resmi iktidar yapıları ile gerçek siyasi güçler arasında bir uyumsuzluk var. Bu uyumsuzluk Tayyip Erdoğan’ın 30 Mart seçimlerinde alacağı oy oranından ayrı bir şeydir. Ondan etkilenebilir. Mesela AKP’nin oy oranı çok düşerse uyumsuzluk büyür. Tersine AKP seçimden çok güçlü çıkarsa, uyumsuzluk azalır. Ama ikisi farklı şeylerdir. Çünkü burjuva demokrasisinde iktidarlar sadece halkın oyuyla değil, daha da önemlisi burjuvazinin ve devletin saflarındaki yarı-gizli, üstü örtülü anlaşmalar yoluyla oluşturulur. Bugün bu örtük anlaşma bozulmuştur. Uyumsuzluk buradan çıkmaktadır.
Erdoğan bozulan dengeleri onarmak için elini orduya ve onun etrafında saflaşmış olan güçlere uzatmış bulunuyor. Ergenekon, Balyoz ve diğer davaların sanıklarının salıverilmesine ilişkin tartışma ve girişimler bunun dolaysız ifadesidir. Bu demektir ki, AKP-cemaat ittifakının yerini AKP-Ergenekon ittifakı almaktadır. Elbette çok sancılı ve çok ağır bir süreç içinde. On yılı aşkındır birbirlerinin boğazına sarılmış iki gücün, koşulların itişiyle de olsa birleşmesi çok zordur. Ama süreç ilerlemektedir. Ordunun çeperindeki güçlerin en katısı olan ulusalcıların bu ittifaka dört elle sarılması, ittifakın her şeye rağmen kurulabileceğini gösteriyor. Bu ittifak doğası gereği geçici olacaktır. Ama Erdoğan’a içinden geçmekte olduğu kasırgayı atlatma fırsatı verebilir.
Erdoğan ayrıca aynen Gezi ile başlayan halk isyanı sırasında yaptığı gibi, Kürt hareketinin desteğine yaslanmaktadır. Kürt hareketi “süreç” dolayısıyla Erdoğan’ın başta kalması gerektiğini düşünen bileşenlerinin etkisi altındadır. Hareketin saflarında var olan daha sınıfsal, daha sol eğilimler bu tür bir politikaya karşı olsalar da bugün hâkim eğilim ilkidir. Kürt hareketi için bu politika büyük bedeller içeriyor. Bu konu bu sayıda başka sütunlarımızda ele alınmaktadır.
Öyleyse, Erdoğan’ın iktidarını sürdürmek için AKP’nin dışında iki güce yaslanmaya çalıştığını vurgulamak gerekir. Bu ise derhal bu taktik yönelişin çelişkisini ortaya koyuyor. Ulusalcılar ve Kürtler! Bugün Erdoğan’ın müttefik olarak seçtiği güçler, birbirleriyle neredeyse kanlı bıçaklıdır. Öyleyse yol, yol değildir. Erdoğan bu güçlere sarılıyorsa, başka çıkar yol bulamamasındandır.
Dışı halkı yakar, içi Tayyip’i
Bir şeyi iyi anlamak gerekiyor: Dış müttefikler haricinde Erdoğan’ın kendi partisini de sağlam biçimde kontrol etmesi gerekiyor. Erdoğan-Gülen koalisyonunun ne ölçüde AKP’nin içinde, ne ölçüde AKP ile cemaat arasında dışsal olarak kurulan bir koalisyon olduğu henüz tam olarak bilinmiyor. Bu yüzden, “öküzün ölmesi”nin, AKP ortaklığını da bozması olasılığı vardır. Tabii, Gülen’in AKP içinde en ufak bir etkisi olmasa bile burjuvazinin AKP’ye olan güveninin (örneğin ekonomik krizin derinleşmesi sonucunda) çökmesi de AKP’yi sarsabilir.
Bugün ayakta kalmaya çalışan AKP’nin özgül bir biçimidir: Tayyip Erdoğan’ın kontrolünde olmaya devam eden ve bölünmemiş bir AKP. Erdoğan bütün gücüyle bu iki koşulu muhafaza etmeye çalışacaktır. Şu ana kadar bazı milletvekilleri AKP’den istifa etti. Ama bunların pek azı AKP’nin tipik milletvekili profiline uygun. Bir kısmı merkez soldan AKP vagonuna atlamış kariyeristler. Bir kısmı cemaatçiliklerini gizlemeye bile gerek görmemiş olan müritler. Bir kısmı da şu ya da bu nedenden Tayyip Erdoğan’a küsenler.
Asıl önemli olan bundan sonra ne olacağıdır. AKP içindeki politik kadroların bir süre sonra Tayyip Erdoğan’ın tek adam yönetimine isyan etmesi en azından üç nedenle mümkündür. Birincisi, yaşanmakta olan kriz ve yolsuzluk pisliği, kendini bu rezillikten ayırarak geleceğini güvenceye almak isteyen ya da kapitalist sınıfın hâkimiyetinin Tayyip Erdoğan adındaki yükten kurtulmasını gerektirdiğine kanaat getiren kadroların AKP’den veya Erdoğan’dan kopması sonucunu doğurabilir. Erdoğan’ın Ergenekon ile barışma taktiğinin yabancılaştırdığı unsurlardan Öcalan ile yapılan müzakerelerden rahatsız olan unsurlara kadar başka birçok memnuniyetsiz de buna katılabilir.
İkincisi, üç dönem sınırlamasından zaten canı yanmakta olan, “ekmek kapısı” kapanacak olan ama bugüne kadar Tayyip Erdoğan çok güçlü olduğu için sesini yükseltememiş çok sayıda milletvekilinin Erdoğan’a karşı bir hareket başlarsa buna katılması beklenebilir.
Üçüncüsü, parti içindeki bazı güç odaklarının Tayyip Erdoğan’sız bir AKP veya alternatif bir parti yaratmak için kolları sıvaması halinde birçok milletvekili ve kadro o odaklara doğru kayabilir. Bu odaklar arasında Abdullah Gül’ün adının ilk sırada sayılması gerekiyor. Ama onun dışında (Cemil Çiçek veya Köksal Toptan gibi) Milli Görüş geleneği dışından gelenleri veya Bülent Arınç gibi şimdilerde Erdoğan’a omuz vermekle birlikte yarın oportünistçe ona saldırabilecek unsurları da göz önüne almak gerekir.
Kamuoyu yoklamaları başka, iktidar başka
Kısacası, AKP parçalanabilir, hükümet düşebilir. Belediye seçimlerini atlatsa bile Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçiminde büyük engellerle karşılaşabilir. Daha şimdiden Gül’ün cumhurbaşkanlığı seçiminde oy oranının Erdoğan’dan daha yüksek olacağına ilişkin kamuoyu araştırmaları yayınlanmaya başlamıştır. İşçi sınıfı öncüsünün şunu iyi anlaması lazım. Burjuva demokrasisi koşullarında halkın hangi partiye veya lidere oy verdiği meselesi, ülkeyi kimin yöneteceğini belirleyen faktörlerden sadece biridir. Erdoğan’ın ve hükümetin kaderini burjuvazinin kendi iç kulislerinde yapılacak pazarlık ve müzakereler belirleyecektir.
Kriz 3: ekonomik kriz
Ekonomi uçurumun kenarında dolaşıyor!
Merkez bankasının para politikasını belirleyen kurulunun olağan toplantısının yapılmasından sadece bir hafta sonra tekrar bir olağanüstü toplantı çağırması kendi başına çarpıcı bir gelişmedir. Ama Para Piyasası Kurulu’nun bir hafta önce yüzde 4,5’ta sabit bıraktığı gösterge faizini iki katından fazla bir düzeye, yüzde 10’a, gecelik faizini ise yüzde 7,75’ten yüzde 12’ye çıkartması anormal bir durumdur. Bunun nedeni konusunda çok berrak olmak gerekir: Türkiye ekonomisi Ocak sonunda hızla uçuruma yuvarlanmakta idi. 28-29 Ocak gece yarısı alınan kararlar ekonomiyi uçurumun kenarından geri döndürmüştür. Şimdilik!
Kimin beli kırıldı?
Merkez Bankası 28 Ocak gecesi faizleri yükseltince, Marx’ın kullandığı deyimle bütün “bayağı iktisatçılar” televizyon ekranlarından ve gazete manşetlerinden “doların belinin kırıldığını” iddia ettiler. Dolar kararların alınmasının hemen ertesinde 2,25 dolayından 2,18’e sabah saatlerinde ise 2,12’ye düştü. Gerçek gazetesi ise o sabah sitesinde şu satırları yazdı: “Merkez Bankası’nın doların belini kırıp kırmadığını göreceğiz. Biraz sabır.” Yazı daha sonra doların yükselişinin ardındaki dinamikleri ele alıyor ve şu sonuca ulaşıyordu: “Gülün bakalım, Merkez Bankası silahını doğrultmuş da doların belini kırıyormuş. Silah boşaldı, beyefendiler, hanımefendiler. Yarın dolar denen canavar başını yeniden kaldırınca ne yapacaksınız?” Bu satırların yazıldığı anda dolar 2,12 idi. Akşama yeniden eski düzeyine, 2,25’e çıkmıştı. Boş yere “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” dememişler!
Marx “bayağı iktisat”ın burjuvazinin günlük ekonomik çıkarlarına hizmeti kendine görev edindiğini söyler. Bunlar yağ yapmaktan günlük çıkarlara bile hizmet edemiyor! Beli kırılan dolar değil, “bayağı iktisatçılar” oldu! Öncü işçiler kendileri için doğru yolu bütün büyük gazeteleri ve televizyon kanallarını kontrol eden bayağı iktisatçıların değil Marksistlerin analizlerinin göstereceğini hiç unutmamalılar.
Durumun özeti şudur: Merkez Bankası olağan toplantısında Türkiye ekonomisinin kırılganlığını hafife almış, piyasaya meydan okumuştur. Ama o güne kadar her gün bir-iki kuruş yükselmekte olan dolar, hükümetin düşük faiz baskısı altında Merkez Bankası’nın faizi yükseltmeyeceği belli olunca coşmuş, her gün beşer kuruşluk sıçramalar yapmaya başlamıştır. Şayet Merkez Bankası 28-29 Ocak gecesi faizi yükseltmeseydi, dolar 2,80’e de çıkardı, 3 TL’ye de! Bunun anlamı şu olurdu: dünya ekonomisi 2008 Eylül ayında Lehman Biraderler adındaki banka iflasa terk edildiğinde nasıl finansal bir çöküş yaşadıysa, Türkiye ekonomisi de şimdi o tür bir uçuruma yuvarlanırdı. Daha şimdiden örneğin Türk Telekom’un döviz cinsinden yüksek borçluluğu dolayısıyla kârının geçen yıla göre yüzde 55 düşeceği türü öngörüler yapılıyor. Türkiye’de şirketler döviz cinsinden ağır borca sahiptir ve doların yükselişi büyük bir yük oluşturacaktır. Merkez Bankası’nın faiz yükseltme kararı buna engel olmuştur.
Uçurumun kenarında boğazlaşma
Ama doların ve avronun yükselmesinin ardındaki dinamikler sona ermiş değil. Bu dinamikler üç faktöre bağlıdır. Birincisi, Türkiye ekonomisi sermaye birikim sürecinin hastalıklı özellikleri dolayısıyla bir süredir zaten dünyanın en kırılgan ekonomilerinden birini oluşturuyor. Yani sert bir ekonomik krizi gündeme getiren tek başına 17 Aralık’ta başlayan süreç değil. Ekonomi zaten bir fiske ile krize düşecek durumdaydı. 17 Aralık o fiskeyi vurdu.
İkincisi, Mayıs 2013’ten beri ABD merkez bankası Federal Reserve’ün gevşek para politikasından çıkışa ilişkin verdiği sinyaller. Aralık ayında bu çıkış tedrici olarak uygulamaya konuldu. Ocak sonunda ise derinleştirildi. Bu, Türkiye gibi orta düzeyde gelişkin kapitalist ekonomilerin hepsinden sıcak paranın kaçmasına yol açıyor. Dolayısıyla bu ülkelerin ulusal paraları dolar ve avroya karşı değer yitimine maruz kılıyor. Türkiye zaten en kırılgan ekonomi olduğu için en fazla o etkileniyor.
17 Aralık’ta başlayan siyasi kriz ve devlet krizi de üçüncü etken. Zaten zor durumda olan ekonomiyi uçurumun kenarına doğru itiyor. Tayyip Erdoğan ile eski müttefiki Fethullah Gülen’in savaşı uçurumun kenarında kavga eden iki insanın mücadelesine benziyor!
Bu üç faktörden hiçbiri ortadan kalkmadığına göre, Türkiye’nin başında çok büyük bir finansal çöküş tehlikesi devam ediyor.
Ekonomik kriz tehlikesi
Ama tehlike bundan ibaret değil. Artık ekonominin üretim alanında da krize gireceği neredeyse kesin. Çünkü bir yandan faizler yükseldi. Bu hem yatırımların, hem de tüketimin yavaşlaması anlamına geliyor. Öte yandan, dolar yükseldikçe şirketlerin TL cinsinden borçları hızla yükseliyor. Bir dizi şirkette ödeme aczi ve iflaslar ortaya çıkabilir.
Her durumda işten çıkartmalar yaygın olarak gündeme gelecektir. Öyleyse, işçi sınıfının elindeki bütün olanaklarla hayat kaynaklarının kurutulmasına karşı mücadeleye hazırlanması gerekir.
Bu yazı, Gerçek gazetesinin Şubat 2014 tarihli 52. sayısında yayınlanmıştır.