Orhan Kemal 100 yaşında: İşçi sınıfının romancısı

Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre, korkunç anaforlar yaparak gelmiş, yıllardan beri mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü, kalın, sağlam ve yüksek dört duvarına dört yandan yüklenmiş, ama duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı. Evler… Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış, yahut tam yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi evleri.

Orhan Kemal

 

Türkiye sosyalizmine ne mutlu! Türkiye işçi sınıfı kendi romancısına sahip. Hem de öyle kitabi, didaktik, şemalardan çıkmış, propaganda için yazılmış proletarya romanları değil bunlar. Çok yaşanmış, çok buralı, çok içeriden yazılmış, buram buram Çukurova kokan, proleter İstanbul’un buruk tadını taşıyan romanlar. Yüzde yüz sahici. Yüzde yüz yerli.

Orhan Kemal, Türkiye’de kapitalizmin yükselişinin ve işçi sınıfının büyümesinin modern vakanüvisidir. Sanki tarih onu bu göreve çağırmıştır. 1914 doğumlu yazar, 1950’de, 36 yaşında iken Demokrat Parti iktidarı ile birlikte kapitalizm Türkiye’de devlet kapitalizmi aşamasından gerçekten kendi ayakları üzerinde duracağı döneme geçmeye başladığında, sermayenin saldırgan vahşetini ve işçi sınıfının oluşumunu ve hayallerini, neredeyse soğukkanlı biçimde, neredeyse heyecanlanmadan ince ince kaydetmeye başlayacaktır.

Organik aydının eğitimi

Hazırlığını yapmıştır, eleştirel araçlarını sivriltmiştir. İlk eğitimini babasından almıştır. Abdülkadir Kemali, çok sert bir babadır, Orhan Kemal için insani düzeyde her zaman sorun olmuştur, ama kafası ve vicdanı bağımsız bir insandır. Hukukçudur. Milletvekili, bakan, İstiklal Mahkemesi yargıcı olmuştur. Ama daha sonra kendisi Mustafa Kemal’e ters düşmüş, sert bir muhalefet yürütmüş, bunun bedelini İstiklal Mahkemesi’ne düşerek ve Beyrut’a sürgüne giderek ödemiştir. Bu yüzden Orhan Kemal’in kafası tornadan çıkmış değildir. Nasıl Nâzım’ı Mustafa Suphi’ler veya Yaşar Kemal’i yoksul Kürt köylüsü olması daha baştan tornadan kurtardıysa.

Orhan Kemal daha sonra hayat üniversitesini bitirmiştir. Üniversitesi, çok sevdiği Maksim Gorkiy’in Benim Üniversitelerim kitabının başlığını hatırlatırcasına Darülfünun ya da Darülbedayi değildir. Sürgün Beyrut’unun matbaalarıdır, Çukurova’nın çırçır fabrikalarıdır. Daha 16 yaşında ekmeğini kazanmak için önce çırçır fabrikalarında işçi olarak çalışmaya başlar, ardından kâtip olur. İşçi dünyasını içinden tanımaya başlar. Aynı zamanda yazmaya başlamıştır.

Doktorasını 1930’lu yılların sonunda, komünizm propagandasından düştüğü Bursa Hapishanesi’nde Nâzım Hikmet’in yanında tamamlar. Proletaryanın büyük şairiyle geleceğin işçi sınıfı romancısı arasında kurulan ilişki ünlüdür. Genç Orhan Kemal, kendisinden yaklaşık 15 yaş büyük, daha o aşamada şöhreti yayılmış, şiirlerini okuduğu için hapse düşmesine vesile olmuş Nâzım’a şiirlerini hevesle okur. O her bir şiiri okuduğunda Nâzım suratını buruşturur, yarıda bir yerde bir sonrakine geçmesini söyler, neredeyse kırıcıdır. Ona hiçbir zaman hissetmediği, hissedemeyeceği şeyleri allayıp pullayıp şiir haline getirmenin anlamsızlığını anlatır. Sonra bir gün Orhan Kemal’in bir öykü ya da roman müsveddesi geçer eline. Ayağında takunyaları koşar yanına gider, “Siz düzyazı yazın, kardeşim, düzyazı” diye heyecanla bağırır. Nâzım’a başka çok şeyin yanı sıra Orhan Kemal’in romancılığını ve öykücülüğünü, hem de o sahici, içten, yapmacıksız üslubunu borçluyuz!

İş başında

1950 geldiğinde hazırdır. İlk romanını 1949’da yayınlamıştır. Her yazarda biraz kaçınılmaz olan otobiyografik çalışmalar (1949’da Baba Evi, 1950’de Avare Yıllar) aradan çıkartılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye uluslararası işbölümünde tarımı çökmüş Avrupa’nın zahire ambarı ve pamuk tedarikçisi rolüne soyunduğunda, uluslararası krediler temelinde tarımsal girdiler ve en başta traktör tarıma girdiğinde, Çukurova’da hem pamuk üretimi, hem de dokuma ve giderek tekstil patlama yapacaktır. İşçi sınıfının hem tarımda hem de sanayide baş döndürücü bir büyüme içine girdiği ender yörelerden biridir burası. Orhan Kemal işte bu sınıfın güncesini yazacaktır. Kitaplarının adlarına bile yansır bu: Ekmek Kavgası’ndan (1950) Önce Ekmek’e, Orhan Kemal, aynen büyük Alman Marksist tiyatro yazarı ve şairi Bertolt Brecht gibi, “insan neyle yaşar?” diye sormaktadır.

1950’li ve 1960’lı yıllarda ardı ardına Murtaza (1952), Bereketli Topraklar Üzerinde ((1954), Grev (1954), Vukuat Var (1958), Hanımın Çiftliği (1961), Gurbet Kuşları (1962), Kanlı Topraklar (1963) gibi, doğrudan doğruya işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına derinlemesine ve büyük bir duyarlılıkla eğilen romanlar ve öykü kitapları yayınlar. Bunların çoğunun mekânı Çukurova’dır. Yine cezaevinden Nâzım’la ortak arkadaşları olan Kemal Tahir’e bir mektubunda yazdığı gibi, “Türkiye’nin California’sı denen Çukurova”da. Bu romanlarda kendi ifadesiyle “Çukurova’nın ne demek olduğunu, (Milli Refah)ı meydana getiren kahramanlarımızın, isimsiz kahramanlarımızın maceralarını, birtakım münasebetlerini göstermeye” çalışır. Yani topluma haykırmaktadır aslında: Siz kapitalist üretimin canlanmasını övüp duruyorsunuz, “Türkiye küçük Amerika olacak”, “Çukurova Türkiye’nin California’sı” diyorsunuz. Alın o zenginliği üreten insanların hayatını okuyun!

Çukurova pamuk tarlalarının ırgatları, çırçır fabrikalarının işçileri, mevsimlik tarım işçileri, kırdan kente savrulmuş, eski dokunun dağılmasıyla yersiz yurtsuz, sahipsiz, gariban kalmış emekçi ve işsiz katmanlardan insanlar, o ailelerin kadınları, kadınların sömürülmesi, kadınlıklarının sömürülmesi, çocuklar, yoksul çocuklar, “Uyku” öyküsünde olduğu gibi, uykusuna doymadan işe giden işçi çocuklar. Bütün bir işçi sınıfı dokusu, zenginliği ve çeşitliliğiyle Orhan Kemal’dedir.

Orhan Kemal, yukarıda saydıklarımızdan çok daha fazlasını yazmıştır. 1949’dan itibaren her yıl en az bir, bazen de birden fazla romanı yayınlanmıştır. Çünkü Orhan Kemal kendisi malı mülkü olmayan, baba parası yemeyen, kendi ekmeğini kazanmak zorunda olan bir emekçidir. Ailesi yoksul olduğu için değil. Babasının çok geniş toprakları vardır. Hâkim sınıfların içinden gelmiş bir muhaliftir o. Ama Beyrut’taki sürgün döneminde o topraklar köylüler tarafından işgal edilmiştir. Orhan Kemal toprakların hiçbir zaman peşine düşmemiştir. Yoksul köylünün emeğine el koyup sonra ırgat romanı yazacak biri değildir o. Kendi emeğiyle yaşamıştır hep.

Orhan Kemal ve mekân

Neden Çukurova? Neden Adana Ceyhan doğumlu bir edebiyatçı? Çünkü bu “bereketli topraklar” ta Osmanlı’nın son döneminden itibaren, İstanbul, Selanik ve Ege dışında, büyük ölçekli meta üretiminin ve ticaretinin ve daha sonra kapitalizmin ilk geliştiği, serpildiği, en sonunda da patlamalı bir gelişme gösterdiği yöredir. Adana’nın Türkiye edebiyat ve sanatında müthiş bir yer tutması tesadüf değildir. Hem tarımda, hem de sanayide, bütün karmaşasıyla, ücretli işçiliğiyle, ama aynı zamanda yarı-feodal biçimler altında ezilen yoksul köylülüğüyle, bu bölge çok uzun süre Türkiye’de kapitalizmin laboratuarı olmuştur. Orhan Kemal, (genç yaşında onunla arkadaş olmuş olan) Yaşar Kemal, Yılmaz Güney gibi isimlerin Adanalı olması, Çukurova’nın “bereketli toprakları”nın aynı zamanda insan malzemesini de bereketli kılmasının ürünüdür.

Orhan Kemal Çukurovalıdır, ama sonunda İstanbullu da olmuştur. Hayatının bir aşamasından sonra o da Türkiye’nin hem işçi sınıfı hayatının, hem de kültürel yaşamının bu merkezine yerleşmiştir. Onun İstanbul’u Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar ya da Orhan Pamuk gibi burjuvazinin edebiyatçılarından farklıdır. O da anlatır İstanbul’u. Ama bambaşka bir İstanbul’dur bu. İşçilerin, işsizlerin, sıradan ev kadınlarının, kent yoksullarının, ezik çocukların İstanbul’udur. “Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış, yahut tam yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi evleri”nden oluşan mahallelerdir. Bakın yakın arkadaşı yazar Muzaffer Buyrukçu, nasıl anlatıyor onların İstanbul’unu:

Akşamları genellikle Adana Kebabevi’nde otururduk paramız varsa, Orhan Kemal bir yerlerden yüklüce bir şeyler ele geçirmişse… Yoksa, İkbal’de biraz oyun oynar, güler, söyler, evlerimizin yolunu tutardık. Bu durum aksamadan tekrarlanırdı. Beyoğlu, Karaköy, Cibali, Sirkeci, Kumkapı ve Cağaloğlu semtlerinden oluşmuştu yaşadığımız dünya, evren. Biz oraların bireyleri, insanlarıydık; oraların insanları, olayları, hareketleri, sesleri bizim malzememizdi. Herkesin bayıldığı Boğaz kıyıları, Kadıköy, Florya, Adalar falan bize yabancı bölgelerdi.

Burjuvazinin ediplerinin mekânlarıyla halkın yazarlarının mekânları nasıl ayrılıyor, görüyor musunuz?

En büyük ödül

Orhan Kemal, kapitalizmi, sanayileşmeyi, işçi sınıfını anlatırken çoğu zaman soğukkanlıdır, yargılamadan önce anlamaya, kavramaya, yansıtmaya çalışır. Aynen başka bir alanda Marx’ın yaptığı gibi. Ama derin duygularını da kahramanlarının ağzından ortaya döker zaman zaman. İşte bunlardan biri Bereketli Topraklar Üzerinde’de şöyle isyan eder: “Olma kula kul, öpme el ayak, kirlenmesin ağzın. Ya ver canını insan için ya da etme kalabalık dünyamıza.”

Orhan Kemal kalabalık etmemiştir. Sabırla, emekle, sebatla yeni doğan dünyayı, kapitalizmi ve onun mezar kazıcısı işçi sınıfını anlatmıştır. Bugün birçok edebiyatçı her yıl ödüllere boğuluyor. Onun gününde bu yaygın bir âdet değildi. Bir iki ödülü olmuştur, ama hayatı boyunca ödüllerle taltif edilmiş biri değildir. Oysa öldüğünde en büyük ödülü o almıştır. 1970’te Bulgaristan’da hayatını yitirdikten sonra cenazesi yurda getirildiğinde onu karşılayan işçiler cenazeyi taşıyan minibüse şu pankartı asmışlardır:

“Biz işçiler hatıran önünde saygıyla eğiliyoruz.”