Onlar insan eti yer

Onlar insan eti yer

Her şey Türkiye'de sosyalistlerin çok büyük bir bölümünün kendi yazıp çizdiklerinde bile işçi sınıfını parantez içine almasıyla başladı ve oradan devam ediyor. Tam da bu nedenle toplumsal üretim ilişkilerini değiştirmeyi, çok daha kozmopolit kimlik politikalarına tercih edenlerle etmeyenlerin safları da nihayet netleşiyor bu vesile ile. 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri bunu apaçık gösteren bir seçim oldu aynı zamanda.

Sosyalist partilerin zaman zaman diğer partilerle taktik gereği iş birliği yapması anlaşılabilir bir durum olabilir, özellikle de yerel seçimlerde. Ancak bu durum bizim ülkemizdeki sosyalistler açısından bir gelenek halini almaya başladı. Eğer bu “gelenek” böyle devam ederse, bağımsız devrimci bir hareket artık belini kolay kolay doğrultamayacaktır. İşte asıl sorun budur. Ülkedeki sosyalistler, Lenin’in “Eğer siyasete müdahale etmezseniz, siyaset öyle ya da böyle hayatınıza müdahale edecektir” yorumunu sanırım başka türlü anlayıp her seçimde şu ya da bu partinin arkasına takılarak/destekçisi olarak siyasete müdahale ettiklerini düşünüyorlar herhalde. Oysa bu büyük bir yanılgı. Bu yanılgı, sosyalistleri, faşist bir adaya oy vererek, hatta faşist partilerle bir arada seçime girerek faşizmi gerileteceğini/engelleyeceğini zannetmeye kadar götürdü maalesef.

Diğer taraftan bu, tek hedefini AKP’yi ve Erdoğan’ı geriletmek olarak ortaya koymanın da ne denli büyük bir hata olduğunu gösterir. Klasik bir burjuva partisi, parlamenter sistemi benimseyip benimsemediğine göre değil, farklı sermaye temsillerinin ve siyasi eğilimlerin ne ölçüde rekabet ettiğine, çekiştiğine ve iktidar bloku içerisindeki fraksiyonların ihtiyaçlarına ne tür yanıtlar ürettiğine göre belirlenir. Siyasal ve ekonomik sistemin üzerinde yükseldiği temeller (yani başkanlık, yürütmenin merkezileşmesi, hukuk devletinin ortadan kalkması, yolsuzluklar, yapısal reformlar vs.) sermaye birikiminden, sermaye sınıflarından ve sınıf mücadelesinden bağımsız değildir. Tam da burada, liberalizmin peygamberi Hayek’i hatırlamak yerinde olabilir: Kriz içindeki bir parlamenter sistemde “anayasal diktatörlük” piyasanın işlemesi açısından daha “demokratik” olabilir diyordu Hayek. Yani her türlü otoriter ya da demokratik yönetim, yönetenlerin kişisel keyfiyetine göre değil, sermaye birikim rejiminin yapısal niteliğine göre tercih edilir.

Yukarıda söylediğim kimlik politikalarına doğru meylettiklerinden olsa gerek, siyaseti söylemsel bir mücadeleden ibaret sanan sosyalistlerin neredeyse büyük bir çoğunluğu, meclisteki burjuva partilerinin neredeyse hiçbir zaman yan yana gelemeyeceğini düşünüyorlar gibi. Ne var ki koşullar elverdiğinde “normalleşen Türkiye”, olmadı “Türkiye ittifakı” projesine hepsi birer bakan bile verebilir. Çünkü aralarında kategorik olarak bir fark yoktur.

Oysa sınıfsal belirleyenleri ve bunların sonuçlarını (mülksüzleştirme, el koyma, sömürü, anayasal haklardan mahrumiyet, eşitsizlik) ikinci plana atarak ne siyasi bir mücadele ne de bir sınıf mücadelesi verilebilir.

“Her şey çok güzel olacak” sloganını üreten bir burjuva partisi için ortada şaşılacak bir şey yok elbette, burjuva siyasetinin özü pragmatizm değil mi? Değişmeyen şey ise Enver Gökçe'nin şiirindeki gibi: “onlar yoksul eti yer”, “her şey çok güzel olacak” diyenler de buna dahildir maalesef.

 

Siyasal türdeşlik yeniden organize edilirken sosyalistler, Metal işçilerinin, Havalimanı işçilerinin, Tüpraş işçilerinin mücadelesinin değil de, “her şey çok güzel olacak” siyasetinin parçasına döndükçe aç tavuk-buğday ambarı hikayesinden kurtulamayacak.

Kapitalist üretim ilişkilerini Erdoğan'dan ibaret sayan memleket sosyalistlerine hatırlatmak istedim.

Bu yazı Gerçek gazetesinin Temmuz 2019 tarihli 118. sayısında yayınlanmıştır.