Kapitalizmin maskesi
Kapitalizmin çelişkilerinin bütün çıplaklığıyla gözler önüne sürüldüğü nadir dönemlerden birinden geçiyoruz. 21. yüzyılın “uzay çağında” o adından sıkça söz ettiren dijital teknolojilerle büyülenmiş dünya toplumu, bir yanda ekonomik bunalım diğer yanda salgın, iki kriz arasına sıkışmış durumda acz içinde debeleniyor. Kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkelerde bile gözlemlenebilen bu aczin temelinde kanımızca doğal, kültürel ya da bilgi eksikliğine dayalı değil, sınıfsal çıkarlarla yakından ilişkili sorunlar yatıyor.
Bu noktayı açalım. Korona salgını ve onun tetikleyerek derinleştirdiği ekonomik bunalım başka birçok şeyin yanı sıra öncelikle şu iki meselenin can alıcı önemini ortaya koydu: Halk sağlığı başta olmak üzere toplumsal ihtiyaçları gidermeye dönük ürün ve hizmetlerin temini için kamu kaynaklarının bir plan dahilinde tahsisi ve ülkeler ve halklar arasında küresel işbirliği ve dayanışma. Salgın için kritik önemde olan iki ürün, üretimi birer meta olarak piyasaya bırakılmış ilaç ve maske, yukarıda değindiğimiz her iki meselenin de çözülebilmesinin önündeki engelin sınıfsal olduğunu kavramak bakımından iyi birer örnek teşkil ediyor. Olgulara bakalım. Korona salgınıyla baş edebilmek bakımından öncelikli olan maske, solunum cihazı, önlük gibi sağlık malzemelerinin temininde kıtlık yaşayan birçok gelişkin kapitalist ekonomi arasında yaşanan kıyasıya rekabet neredeyse “korsanlık” boyutuna erişmiş durumda! Gazete haberinden (Cumhuriyet, 26.03.2020) aynen aktaralım:
İtalya önceki gün Yunanistan’a gönderilmek üzere hazırlanan 2 binden fazla solunum cihazına el koyduğunu açıkladı. Almanya’nın koronavirüse karşı mücadele çerçevesinde sağlık merkezleri ve hastanalerde kullanılmak üzere satın aldığı 6 milyon maskenin transit geçtiği Kenya havalimanında kaybolduğu bildirildi. Çin’in İtalya’ya gönderdiği maske ve solunum cihazlarına ise Almanya’nın el koyduğu öne sürüldü. Bu arada Tunus Ticaret Bakanı önceki gün ülkesine tıbbi alkol taşıyan bir gemiye İtalya tarafından el konulduğunu söyledi. Yine Çin’in İtalya’ya yolladığı binlerce yüz maskesi ve solunum cihazlarına Çek Cumhuriyeti’nin el koyduğu haberi de gündeme yansımıştı.
Konuya ilişkin olarak Tunus Ticaret Bakanı’nın yaptığı açıklama durumu özetliyor: “Tüm Avrupa ülkeleri bir histeri yaşıyor. Hepsi koronavirüs korkusundan tıbbi ekipmanları çalıyor.” Avrupa Birliği’nin “medeni ve demokrat” ülkeleri arasında yaşanan bu “maske savaşları” aslında ekonomik kriz koşullarında uzunca yıllardır sağlık hizmetlerine yapılan kamu yatırımlarının kesilmiş ve piyasanın kâr mantığına bırakılmasının nasıl iflas etmiş olduğunun da bir kanıtı.
İkinci örnek ise salgın karşısında hızla aşı geliştirmek için gereken küresel işbirliğinin, üretim araçlarında özel mülkiyete ve rekabete dayalı sınıfsal çıkarlar nedeniyle nasıl sınırlandığını çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Dünya çapında salgınlara karşı hazırlık ve yenilik koalisyonunun (CEPI, Coalition for Epidemic Preparedness and Innovation) virüse karşı aşı geliştirmeyi hızlandırdığını bildiren haberde (Bloomberg Businessweek, 01.04.2020) şu ifadelere yer veriliyor: “Böyle bir yapının gerekliliği Batı Afrika’da 11 bin kişinin öldüğü 2014’deki Ebola salgını sonrasında ortaya çıktı. Bilim insanları aşı üzerinde çalışmaya başlamıştı. Ancak pazar küçük, potansiyel alıcılar da yoksul olduğu için hiçbir şirket aşı üretmedi.” Aynı haberde, bilimsel danışma komitesinde Pfizer, Johnson&Johnson ve Japon Takeda Pharmaceutical gibi ilaç tekellerinin yer aldığı CEPI’de bazı şirketlerin koalisyon üyelerinin ürettiği aşıların gelişmekte olan ülkelere ulaşılabilir fiyatlardan satışını düzenleyen “adil erişim” politikası belgesine itiraz ettiği belirtiliyor. Söz konusu belge, CEPI’ye anlaşmadan çekilseler bile aşı üretiminde şirketlerin fikri mülkiyet haklarını (!) kullanma yetkisi veriyormuş.
Bu olgular bize toplumsal ihtiyaçları ve halk sağlığını önceleyen bir üretim planlaması ve küresel işbirliğinin önündeki asıl engelin kapitalist ilişkilere dayalı sınıfsal çıkarlar olduğunu gösteriyor.
Bugünlerde hemen herkes “koronadan sonra dünya ne olacak?” diye tartışıyor. Liberaller devletin daha da güçleneceği, bunun da daha içe kapanık, totaliter rejimlere yol açabileceği endişesi taşırken, çeşitli sol çevrelerde bir “sosyal devlet” umudu yeşeriyor. Yukarıdaki tespitlerden hareketle bizim kanaatimiz daha farklı. Bu salgın, ekonomik bunalımla iç içe girdiği ölçüde sınıf mücadelesi daha da şiddetlenecek. Daha şimdiden berrak bir şekilde görülüyor. Burjuva hükümetlerinin desteğiyle patronların emekçilere saldırıları artıyor; aşı, ilaç gibi toplumsal ihtiyaçların karşılanması krizi “fırsata çevirmeye” çabalayan firmaların insafına bırakılıyor; burjuvazinin ulusal dilimleri arasındaki rekabet şiddetleniyor. Bu gelişmelerin sonucu büyük olasılıkla milliyetçi ve baskıcı rejimlerin güçlenmesi ve burjuvazinin, bütün dünyada emekçilerin çalışma koşullarını Çin’dekine dönüştürmek için baskısını artırması olacaktır.
O takdirde nasıl ki patronlar kendi kârlarını savunmak amacıyla kapitalist devletten kendilerine güvence sağlamasını talep ediyorlar; biz emekçiler de yaşamı savunmak için stratejik önemdeki sektörlerin işçi denetimi altında kamulaştırılmasını hedefleyen bir işçi devleti için mücadele etmeliyiz.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Mayıs 2020 tarihli 128. sayısında yayınlanmıştır.