Kahrolsun “istikrar”!
Bilinç dışı, Tayyip Erdoğan’a çok oyun oynuyor. Meşhur örneklerden biri “Ben çocuklarıma helal lokma yedirmedim”di. Bir başkası çok daha yakında yaşandı: üç Y’den söz ederken Erdoğan yolsuzluk kelimesini hatırlayamadı, yoksulluğu iki kez söylemek zorunda kaldı. Bilinç dışı o korkulu kelimeyi yasakladı ona.
Şimdi de 7 Haziran seçimlerinden sonra ilk kez halkın içine çıktı. Konuşmasının politik bölümüne geçerken bilinç dışı ağzına bir kelimeyi sürdü: “ego”. İlk iki cümlesi şöyle:
“Türkiye’yi hükümetsiz, Türkiye’yi başsız bırakan, egolarına mahkûm olanlar, ne tarihe ne de milletimize bunun hesabını veremezler. Onun için de anayasal yasal süreç içerisinde herkes egolarını bir kenara koyup, bir an önce ülkemizde hükümet kurulmalı ve kaldığımız yerden, devlette devamlılık esastır anlayışıyla bu süreç devam etmelidir.”
İki cümlede iki ego. Kişi âlemi kendi gibi sanırmış. Erdoğan da muhalefet partileri AKP ile koalisyona yanaşmazlarsa bunu bu partilerin liderlerinin “ego”suna atfediyor. Neden? Siyaset lider egosundan mı ibaret? Partiler hem kendilerine, hem de temsil ettikleri toplum kesimlerine ait daha kolektif nitelikte çıkarları savunma çabasında değil mi? Neden bir anlaşma olmaz da hükümet kurulamazsa liderlerin egosu suçlanacak? Acaba AKP son dönemde biraz böyle işliyor olabilir mi? Bir de kolay değil tabii, sen iki ay boyunca elinde Kur’an sallayarak, eşcinsel adaya saldırarak, Ermeni diyerek hücum et, sonra gencecik bir lider, 41 yaşında, senden çok daha az deneyimli, yüzde 6’lık oyu yüzde 13’e çıkartma becerisini göstersin! Seni yenilgiye uğratsın! Nerede kaldı “usta”lık? Az bir ego yaralanması mı yaratır böyle bir durum!
İstikrar korosu-Tayyip Erdoğan el ele!
Tayyip Erdoğan seçimi yitirdi. Şimdi her köşeden, her renkten fikir veren bir istikrar korosu, “aman ülkeyi hükümetsiz bırakmayalım” amentüsünü tekrarlayıp duruyor. Bunun için ekonomik kriz öcüsü gösteriliyor, küçük burjuvanın, en başta esnaf ve sanatkârın korkuları kışkırtılıyor, sonra sokakta gidip onlardan demeç alınıyor, onlar da şöyle diyor: “aman ha, anlaşsınlar, memleketi hükümetsiz bırakmasınlar, yoksa on yıl geri gideriz!” Ne tuhaf değil mi? Esnafın akıl yürütmesi Tayyip Erdoğan’ınki ile apaynı. Bakın seçimlerden sonraki bu ilk konuşmasında ileri sürdüğü en önemli nokta ne Tayyip Erdoğan’ın. Başka biçimde sorarsak, öteki liderler “ego”larına yenililerse, “ne tarihe ne de milletimize bunun hesabını veremezler” dediğinde Erdoğan neyin hesabını veremezler demek istiyor?
“Milli gelirini 800 milyar dolara ulaştırmış, ihracatını 160 milyara ulaştırmış, işsizliği tek haneli rakama indirmiş bir ülke olarak bir adım geriye gidişe asla tahammülümüz yok. Siyasi alanda yaşanan hiçbir gelişmenin, bu kazanımları tehdit edecek boyuta ulaşmasına izin veremeyiz. Bu bizim insanımıza karşı sorumluluğumuzun gereğidir. Asla, kimse, hangi siyasi olursa olsun, ben deme hakkına sahip değildir, biz demek zorundayız.”
Esnafın Tayyip Erdoğan konuşmadan bile önce onunla aynı düşünceyi ifade etmesi “aklın yolu bir” diye mi açıklanacak? Yoksa tesadüf mü? İkisi de değil. Manipülasyon. İstikrar lobisinin manipülasyonu. İstikrar lobisi konuşuyor, halk da duyduğunu tekrarlıyor. Öyleyse ilk saptamamızı yapalım: Hangi siyasi akıma yakın olursa olsun, istikrar lobisinin mensupları Erdoğan ile aynı doğrultuda yürüyor!
Sadece Erdoğan’la mı? Seçimden sadece bir gün sonra bazı sermaye örgütlerinin yaptığı açıklamalara bir göz atalım. TÜSİAD: “İş dünyası olarak partilerimizin uzlaşma kültürü ile hareket ederek ülkenin menfaatleri etrafında kenetlenmelerini diliyoruz.” TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği): “Şimdi hep birlikte ekonomiye ve reformlara odaklanmalıyız. Uzlaşı içinde, ortak akılla çalışmalıyız.” TİM (Türkiye İhracatçılar Meclisi): “Şimdi bir masa etrafında toplanma ve ortak akıl geliştirme zamanıdır.” Bunlar yerliler. Uluslararası sermayenin sözcüsü YASED’in (Uluslararası Yatırımcılar Derneği) başkanı da “vakit kaybetmeden ortak akıl, uzlaşı ve beraberlik çerçevesinde geleceğe odaklanma” çağrısı yapıyor ve ekliyor: “Her zaman olduğu gibi bu süreçte de ülke menfaatlerinin her şeyden önde tutulması gerekli. Önümüzdeki dönemde de ülkemizin sahip olduğu bölgesel bir güç olma potansiyelinin hayata geçirilmesi, küresel rekabet gücümüzün artırılması ve yatırım ortamının iyileştirilmesi için gerekli olan tüm ekonomik, hukuki ve yapısal reformlara hızla odaklanmak önceliğimiz olmalıdır. Kamu ve özel sektörün mutlak bir iş birliği içinde çalışarak, ekonomide gereken adımları atması son derece büyük bir önem taşımaktadır." Beyefendinin ne istediğini anlamayan varsa yeniden okusun bu pasajı. “İşçi düşmanlığına devam” diyor!
Demek ki, istikrar korosu yerli ve yabancı tekelci sermaye ile de titreşim içinde!*
Tayyip Erdoğan’ın kırmızı çizgileri
Tayyip Erdoğan gerçekten ekonomik istikrar ve büyüme için bir an önce “egosuz” tarafından bir hükümet kurulması için yanıp tutuşuyor mu? Yoksa bu çıkışında başka bir amaç mı var? Erdoğan diğer partilerin yöneticilerini neden sıkıştırıyor? Bu sorulara cevap verebilmek için Erdoğan’ın nesnel olarak nasıl bir durumla karşı karşıya olduğunu hatırlamalıyız.
Tayyip Erdoğan’ın son iki yılı, bazılarının sandığı gibi İslami faşizm kurmaya çalışan bir “diktatör”ün heybetli yükselişi içinde değil, siyasi hayatını kurtarmak için umutsuz biçimde çırpınmakla geçmiştir. Erdoğan üç değişik konuda yargılanma tehdidi ile karşı karşıyadır. Bunlardan en belirgini elbette 17-25 Aralık’ta ortaya dökülen, “sıfırlama” ve benzeri tapelerle doruğuna erişen yolsuzluk pisliği ile ilgilidir. Ama bunun yanı sıra, Roboski ve Paris katliamları ve Gezi isyanı döneminde polise verilen talimat da hesabı sorulacak şeylerdir (daha küçük ölçekli birçok cinayet de vardır elbette). Nihayet, MİT TIR’ları aracılığıyla toplumun önüne dökülen savaş suçları da Erdoğan’ın başını ciddi şekilde ağrıtmaya gebedir.
Erdoğan bütün bunlardan kurtulmak için devletin altından girip üstünden çıkmış, polis ve yargı teşkilatlarını hallaç pamuğu gibi atmış, MİT ile jandarmayı birbirine silah çeker hale getirmiş, jandarmayı kendi içişleri bakanına bağlamış, sansürü kural haline getirmiş, basın özgürlüğü denen şeyi ayakları altında çiğnemiştir. Dört eski bakanın Yüce Divan’a yollanması görüşülürken işin içine girmiş ve AKP içindeki muhalif sesleri bile susturmuştur. Oysa şimdi AKP mecliste çoğunluk değildir! Dolayısıyla, bütün bu suçlar yeniden meclisin gündemine getirilebilir. Şayet eski bakanlar muhalefetin ortak tutumuyla Yüce Divan’a gönderilirse, bu işlerin içinde Erdoğan ve oğlu Bilal’in de olduğu ortaya çıkacaktır. Bundan sonrası formalite haline gelir. Yeterince siyasi atmosfer oluşursa, her hukuki engelin üstünden atlanabilir, etrafından dolaşılabilir!
Dolayısıyla, herhangi bir koalisyon hükümeti kurulduğunda Erdoğan’ın ilk kırmızı çizgisi, yargılamaların dışlanmasına ilişkindir.
İkincisi, Erdoğan bütün siyasi kariyerini AKP’deki üç dönem şartını kaldırmak yerine cumhurbaşkanlığına tırmanarak ülkeyi o koltuktan yürütmek üzerine yerleştirmiştir. Bunun için başta seçimden önce uygulamasına başladığı fiili başkanlık, ardından da anayasanın değiştirilmesi yoluyla resmen ve yasal olarak başkanlık sistemine geçiş gereklidir. 1982 anayasasında cumhurbaşkanının konumu, her ne kadar 12 Eylül cuntasının sivil yönetime geçişten sonra ilk cumhurbaşkanı haline gelen Kenan Evren’e sayısız yeni yetki veriyor olsa da, esas olarak temsili bir nitelikten öteye gitmez. Bu yasal çerçeve uygulanırsa Erdoğan’ın siyasi kariyeri bir bakıma sona ermiş olacaktır! Demek ki Erdoğan’ın ikinci kırmızı çizgisi fiili başkanlık sistemine müdahalenin sınırlanmasıdır.
Erdoğan’ın üçüncü kırmızı çizgisi ise Arap, Ortadoğu ve İslam dünyası üzerinde hegemonya kurma çabasına öncelik veren bir dış politikadır. Bu, Erdoğan için stratejik değerde bir uzun vadeli hedeftir. Dolayısıyla, yeni kurulacak hükümetin bu konuda bütünüyle yan çizmesini kabul edemez.
Öyleyse, Erdoğan’ın ne yapıp edip AKP’nin içinde olduğu bir koalisyon hükümeti kurdurmaktan başka şansı yoktur. Ancak hükümetin içindeki bir AKP Erdoğan’ın yargılanmasını durdurabilir. Öteki kırmızı çizgilerde AKP’nin içinde olduğu bir koalisyonun bile ne yapacağı belli olmaz. Ama yargılanmada AKP şimdilik muhalefet partilerine taviz vermek istemeyecektir. Orada bile Davutoğlu’nun 2014 sonu-2015 başı meclis görüşmeleri döneminde “yolsuzluk yapan babamızın oğlu bile olsa kolunu keseriz” dediği ve dört eski bakana “Yüce Divan’ı kendiniz talep edin ve aklanın” tavsiyesinde bulunduğu biliniyor. Ama AKP’nin ikircikli davranması olasılığı göz önüne alınsa da öteki partilerin oluşturduğu bir koalisyonun bambaşka bir dinamik yaratacağı ortadadır.
Gölgedeki rakip: Abdullah Gül
Erdoğan’ın herkesi kendi çıkarlarını gözetmeden “ülkenin çıkarları” için derhal bir koalisyon hükümetinde birleşmeye çağırması, aynı zamanda, karşısındaki en güçlü rakibin bir fırsatını bularak AKP’nin başına geçmesini engellemek içindir. Erdoğan AKP’yi hükümete sokmayı sadece kendisinin ve eski bakanlarının suçlarının yargılanmasını engellemek için istemiyor. AKP 12 yıllık iktidarı döneminde sayısız örnekte yolsuzluğa batmış, görülmemiş ölçekte yasadışı uygulama yapmış bir partidir. Bir kez parti muhalefete düşünce, bir kez eskisi gibi bir çıkar kapısı özelliği göstermediği anlaşılınca, fareler gemiyi hızla terk edeceklerdir. Bu bir yandan eski defterlerin açılmasına ve suçların ortaya dökülmesine yol açabilir. Bir yandan da partinin büyük bir sarsıntı ve çalkantı içine girmesi anlamına gelir. İşte böyle bir çalkantı anında partinin ağırlıklı bir bölümü, belki de çoğunluğu, eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü genel başkanlığı devralması için davet edebilir. AKP’nin Eylül ayında bir kongresi olduğu unutulmamalıdır.
Gül’ün AKP’nin başına geçmesi (ve bir süre sonra “Siirt formülü” ile başbakanlığa getirilmesi) Erdoğan’ın Kaçak Saray’a hapsedilmesi ile eşanlamlıdır. Erdoğan buna karşı ancak cumhurbaşkanlığından istifa ederek yeniden partinin başına dönme çabasıyla mücadele edebilir. Ama o adım da artık eskisi kadar kesin sonuçlar verecek bir yol değildir. Öte yandan milletvekili olmayan bir Erdoğan’ın cumhurbaşkanının sorumsuzluğu zırhını bırakıp ortalığa çıkması da derhal yargılanmasına yol açabilecek hatalı bir adım olabilir. Kısacası, Gül Erdoğan ile başa çıkabilecek tek seçenek gibi göründüğü için ve pusuda bekliyor olduğu için, Erdoğan AKP’nin içindeki huzursuzluğun açık bir çalkantıya dönüşmemesi yolunda elinden ne gelirse yapacaktır. Bunun yolu da AKP’yi iktidarda tutarak huzursuzluğun tam boy ortaya çıkmasını engellemektir.
Ama her halükârda önümüzdeki dönemde Erdoğan’ın bütün adımlarını Gül’ü yerinde tutma, başa tırmanmasını engelleme çabası optiğinden de görmek gerekir.
Yedek taktik: erken seçim
Bugün Erdoğan bütün gücüyle AKP’nin iktidarda kalmasını, öteki partilerin AKP ile koalisyon kurup işbirliği yapmaya yatkın bir konuma çekilmesini, böylece hesaplaşmanın ertelenmesini sağlamaya çalışıyor. Ama bu başarıya ulaşmayabilir. Muhalefet partilerinden hiçbiri Erdoğan’ın suçlarının görmezlikten gelinmesini sindiremeyebilir. Hiçbiri Erdoğan’ın yasadışı yetkiler gasp ederek fiili başkan rolüne soyunmasını kabul edemeyebilir. O zaman AKP’li bir koalisyon hükümeti kurulamayabilir. Bu durumda Tayyip Erdoğan meclisin feshi ve seçimlerin yenilenmesi konusunda anayasanın cumhurbaşkanına tanıdığı yetkiyi kullanarak son şansını deneyecektir. (Bazıları yeni seçilmiş milletvekillerinin kendi çıkarları gereği seçim kararı almayacağını söylemekle somut durumdan haberdar olmadıklarını itiraf etmiş oluyor. Anayasa’nın 110. maddesi cumhurbaşkanına belirli koşullar altında meclisi fesih yetkisi vermiştir.) Bu “ya herro, ya merro” türü bir taktiktir kuşkusuz. AKP bu sınavdan her şeyi yitirerek de çıkabilir. Ama işte bugünkü tavır biraz da onun hazırlığıdır.
Seçim yenilenirse, Tayyip Erdoğan halkın karşısına “biz ülkenin acilen bir hükümete sahip olması gerektiğini anlatmak için dil döktük, ama karşı taraf uzlaşmasız davrandı” diyerek çıkacaktır. Bunun için bugün “acil hükümet” çağrısı yapmaktadır. Erdoğan’ın şimdilerde az ve yumuşak konuşmasını “ders çıkardı” diye yorumlayanlar, bu uyutma taktiği sonucunda uyuyakalanlardır. Erdoğan yeniden güçlensin, bakın görün ne ders çıkarmış!
Baykal ne işe yarar?
Erdoğan, CHP’nin eski genel başkanı Deniz Baykal’ı görüşmeye davet ederek ne yapmaya çalışmıştır? İkili arasındaki konuşmayı bilmeden bu konuda kesin bir şey söylemeye olanak yoktur. Ancak zaman içinde ortaya çıkacak birtakım gelişmeler, bu görüşmeden her iki tarafın da kendince ne murat ettiğini bize bir ölçüde anlatacaktır. Ama yine de bir-iki noktaya kısaca değinmek gerekir.
Birincisi, Baykal Erdoğan’ın davetini kabul etmekle onu yalıtma yolunda gösterilecek çabalara ciddi bir darbe vurmuştur. Erdoğan bu sayede daha üçüncü günden koalisyon tartışmasının ana aktörlerinden biri haline gelme olanağına kavuşmuştur.
İkincisi, Erdoğan Baykal’a meclis başkanlığını teklif edip karşılığında birtakım tavizler elde etmiş olabilir. Bu tavizler arasında Kılıçdaroğlu yönetimini bir “büyük koalisyon”a, yani bir AKP-CHP koalisyonuna ikna etmek olabilir.
Üçüncüsü, Erdoğan CHP içine bir bölünme tohumu düşürmüştür. Baykal kendisinin koalisyon görüşme yetkisinin olmadığını söylüyor. O zaman açıklamalıdır: iki buçuk saate yakın bir süre boyunca ne görüşülmüştür?
Dördüncüsü, bu adım Erdoğan’ın CHP’yi gerçekten bölüp içindeki bazı milletvekillerini kendine çekerek AKP ağırlıklı bir dış destekli hükümet kurmasına giden yolu açan kapı olabilir. Bu durumda hükümeti AKP ve devşirmeleri kurulabilir. Buna aşağıda başka bir bağlamda döneceğiz.
Erdoğan AKP’siz koalisyon kurulmasını nasıl engelleyecek?
Bu yazının bütününe Erdoğan’ın AKP’siz bir koalisyona razı olamayacağı düşüncesi damgasını vuruyor. Oysa böyle bir koalisyondan yaygın biçimde söz edildiği biliniyor. MHP ile HDP’nin aynı koalisyonda yer alması kuşkusuz olanaksıza yakın derecede zordur. Ama bir CHP-MHP hükümetine dışarıdan destek verebileceğini HDP açıklamıştır. Bu durumda, ilk turda hükümeti kurma görevi verilmiş olan Ahmet Davutoğlu, görüştüğü partileri ikna edemezse ikinci turda görevin Kılıçdaroğlu’na verilmesi gerekecektir. (Buradaki “gerekecektir” fiili Erdoğan söz konusu olduğunda biraz teorik kalıyor! Hareket noktası parlamenter teamüller. Ama Erdoğan’ın bu tür teamülleri keyfi ve “egoist” bir tavırla bir kenara fırlatabileceğini de hesaba katmak gerekir.) Kılıçdaroğlu bir kez görevi aldığında şayet MHP ve HDP ile yukarıdaki formüle göre anlaşma sağlayabilirse, AKP’siz bir hükümet kurulmuş olur. Meclis aritmetiğine göre güvenoyu alması da yüksek olasılıktır.
İşte bu durumda Erdoğan başka bir kozu devreye sokacaktır muhtemelen. Dışarıdan da olsa HDP tarafından desteklenen, dolayısıyla bekası bakımından onun oylarına bağımlı olan bir hükümetin İmralı’nın ve PKK’nin oyuncağı haline geleceği fikrini işleyerek hükümete güvenoyu verecek partileri bölmek! MHP içinde böyle unsurların bulunması biraz daha zordur. HDP konusunda daha keskin olsalar da MHP’liler parti disiplinine daha sadık kalma eğilimi göstereceklerdir. Ama CHP içinde böyle 19 milletvekili bulunduğu takdirde, Kılıçdaroğlu güvenoyu alacak bir hükümet kuramayacaktır. İşte Baykal burada çok önemli bir işlev görebilir.
Bu söylediğimiz aynı zamanda şu anlama gelir: Şayet Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu hükümet kurmakta başarısız kalırsa, Erdoğan parlamenter teamüllere rağmen görevi Selahattin Demirtaş’a vermeyecektir!
İstikrar korosu hesaplaşmanın engellenmesine çanak tutuyor!
Bu yazıda anlatılanlar, bugünlerde pek popüler olan koalisyon toto oyunundan farklı. Çünkü oyunun mantığını ortaya koyuyor. İncelediğimiz aktör, diğerleriyle karşılaştırılamaz derecede güçlü. Çünkü hem oyuncu (AKP’nin fahri genel başkanı), hem hakem (cumhurbaşkanı)! Dolayısıyla, onun kırmızı çizgileri, onun strateji ve taktikleri sonucun belirlenmesinde orantısız bir etkiye sahip.
Bu aktörün yaklaşımını analiz ettiğimizde gördüğümüz şudur: istikrar korosunun çağrısı Erdoğan’ın eline oynamaktadır. Çünkü bu çağrı hesaplaşmanın, Erdoğan’dan hesap sorulmasının önünü tıkar. Hesaplaşma değil uzlaşma savunur.
Oysa seçmenin iradesinin esas olarak böyle bir hesaplaşmayı gerektirdiği, görevin bütün muhalefet partileri açısından bu olduğu açıktır. Ama bundan çok daha önemli bir şey vardır: bugün hesaplaşma değil uzlaşma yolu tutulursa, bu, Erdoğan’ın siyasi kariyerine son verme fırsatının bir kez daha tepilmesi anlamına gelebilir. 2013 Aralık- 2014 Mart arasında Erdoğan’ı sokakta değil sandıkta düşürme stratejisini benimseyenler, uçurumun kenarına gelmiş olduğu halde ona bir soluklanma süresi ve cumhurbaşkanlığına tırmanma olanağı sundular. Bu, siyasi taktikler tarihine az bulunacak bir hata olarak geçecektir. Şimdi “istikrar korosu” aynı şeyi yapıyor: Erdoğan zayıf anındadır, onlar “hesap sorulmasın” diyorlar!
HDP ne yapmalıdır?
Mücadele eden halkın oylarıyla siyasi yelpazede büyük bir ağırlık kazanmış olan HDP, siyasi hayatı tıkayan bir parti görünümünden vebadan kaçar gibi kaçıyor. Selahattin Demirtaş’tan Altan Tan’a bütün parti her demeçte “biz tıkayan, kaos yaratan taraf olmayız” diyor. Oysa yukarıda sergilenen tablo bu uzlaşmacı atmosferin Erdoğan’ın eline oynadığını gösteriyor. HDP yöneticileri diyeceklerdir ki: “ama Erdoğan bugün uzlaşmacı görünüp sonra da seçimlerin yenilenmesi kararı alırsa biz açığa düşeriz”.
Hayır, HDP açığa düşmez. Düşmemesinin iki koşulu var. Bir: İşçi, emekçi, yoksul, ezilen halka “istikrar” ve “uzlaşma” çağrılarının ne anlama geldiğini anlatmak. Bunu anlatması kolay. Yukarıda yabancı sermayenin sözcüsü YASED’den alıntı yaptık. Tekrar okuyalım:
“Her zaman olduğu gibi bu süreçte de ülke menfaatlerinin her şeyden önde tutulması gerekli. Önümüzdeki dönemde de ülkemizin sahip olduğu bölgesel bir güç olma potansiyelinin hayata geçirilmesi, küresel rekabet gücümüzün artırılması ve yatırım ortamının iyileştirilmesi için gerekli olan tüm ekonomik, hukuki ve yapısal reformlara hızla odaklanmak önceliğimiz olmalıdır. Kamu ve özel sektörün mutlak bir iş birliği içinde çalışarak, ekonomide gereken adımları atması son derece büyük bir önem taşımaktadır."
İlk cümlede sözü edilen “ülke menfaatleri” neymiş? “Küresel rekabet gücümüzün artırılması”: yani ücretlerin düşük tutulması, işgünün uzatılması, işçinin hasta bile olamaması. “Yatırım ortamının iyileştirilmesi için gerekli olan tüm ekonomik, hukuki ve yapısal reformlar”: yani bölgesel asgari ücret, kıdem tazminatının kaldırılması (fona aktarılması), daha fazla esneklik, HES’lerin ve siyanürlü altın madenlerinin önündeki engellerin kaldırılması, bunun için Danıştay’ın zaten güdük hale getirilmiş yetkilerinin toptan yok edilmesi vb. vb. “Kamu ve özel sektörün mutlak bir iş birliği içinde çalış”ması. Yani kamu fonlarının özel sektöre peşkeş çekilmesine, kamu-özel ortaklığı (PPP) adı altında özel sektörün palazlandırılmasına devam. “Mutlak bir iş birliği” mi dediniz? Grevlerin hükümet tarafından “erteleme” adı altında yasaklanmasını okuyabilirsiniz!
HDP halka bunların ekonomik büyüme ve istikrar dediği şeyin işçinin, emekçinin daha fazla sömürülmesi, yoksulun daha fazla yoksullaştırılması, işsizin çaresiz bırakılması olduğunu anlatabilir.
İkincisi işçi ve emekçinin, köylü ile yoksulun mücadelelerinin içine girmek, onlarla omuz omuza durmak. Örnek mi istiyorsunuz? Bugün metal grevinin öncüsünü işten çıkartmaya başlamış olan Koç ile Tofaş ya da Ford işçisi aynı “istikrar”dan fayda elde edebilir mi? Partinin son seçimde elde ettiği prestijle girin işçinin içine, kampanyalar yapın, bakalım halk size sırtını dönüyor mu yarın seçimde?
İstikrar hayaldir. Ancak AKP’li olur. Olunca da zaten sermaye için istikrar olur. O zaman, yarın seçim olacakmış gibi mücadele etmek gerekir.
Tayyip Erdoğan bu taktikle oyunu arttırabilir mi? Belki. Bu onu kurtarır mı? HDP halkın yüreğini kazanmaya devam ederse hayır. HDP barajı geçtiği sürece Tayyip Erdoğan yeniden çoğunluğu kazanamayacaktır!
* E. Ahmet Tonak dostumuz, daha seçim yapılmadan önce "istikrar" kavramının büyük burjuvazi için ne anlam ifade ettiğini deşifre eden bir yazıyı seçim günü yayınlamıştı. Bkz. "Sermaye ne istediğini biliyor. Ya biz?", http://www.sendika.org/2015/06/sermaye-ne-istedigini-biliyor-ya-biz-e-ahmet-tonak/.