İşçiler ve yoksullar ebediyen AKP’yi mi destekleyecek?
İdeolojik gerileme dönemleri, ardında büyük sorunlar bırakıyor. Kendini solda gören insanların çoğu dünyaya artık mesela Kemalizmin ya da düpedüz modern, laik, Batıcı küçük burjuvazinin gözlerinden baktığının farkına bile varamıyor. Böyle olunca Marksistlerin yazdıklarını o bakışın filtresinden geçiriyor ve tabii referans çerçevesi bambaşka olduğundan yazılanı bambaşka anlamlara yoruyor. Bizim Gerçek gazetesinin Temmuz sayısında ve bu sitede yayınlanmış olan “15 Temmuz’un Anlamları” başlıklı yazımızın başına da bu geldi.
Yazı, zaten doğası gereği çok karmaşık bir olay hakkında, olayın en derininde yatan çelişkiyi deşmek üzere kaleme alınmıştı. Sosyal medyada çelişki ortadan kalktı, yarın hakkında söylediklerimiz bugüne taşındı ve yazı bazıları için bir “15 Temmuz destanı” tonunu kazandı! İnsan tabii bu tür operasyonları gerçekleştirdikten sonra yazının yazarını, “iyimserlik” ile de suçlar, “sübjektivizm” ile de, geçmişte yazdıklarıyla çelişkiye düşmekle de. Elinizdeki nesnenin çelişkisinin kanatlarından birini koparırsanız, yazının baskın olarak nitelediği özelliği yok sayarsanız, bir de kötü niyetle elinize cımbızı alıp kelime ve cümleleri bağlam dışına çıkartmaya başlarsanız, geriye tabii bir “destan” kalır! İşin ilginci, bu sonuca varanların hepsi bizi eleştirmedi. Bazısı da yazımızı ilginç buldu, paylaştı, yaydı, ama aynı yanlış nedenle.
Bütün bunların arasında Metin Çulhaoğlu’nun değerlendirmesi ayrı bir yer tutuyor: Anlamaya çalışarak, yazının fikirlerini haklı gördüğü yerde hakkını teslim ederek, ama kendi bakış açısından eleştirerek ele almış eleştiri yazısını Çulhaoğlu. Buna rağmen bize yönelttiği eleştiriler yine hedefini bulmuyor. Çulhaoğlu’na yazının sonunda döneceğiz. Önce başka eleştirmenlerimize bakalım.
Kısa bir yeniden sergileme
Yazıyı anlamadığını yazanlar da oldu. Onun için önce kısaca yeniden anlatmaya çalışalım derdimizi. “15 Temmuz'un Anlamları” yazısı şunu diyordu: 15 Temmuz başarısız bir darbe girişimi biçimi altında iki gerici kamp arasında yaşanmış bir iç savaştır ve ardında süratle ilerleyen bir silahlanma ve ciddi bir iç savaş tehdidi bırakmıştır. Buraya kadar söylenenleri AKP’liler reddedebilir elbette ama soldan reddedebilecek çok fazla insan olduğunu sanmıyorum.
Ama, diyor yazı, tarih çok karmaşık gelişir. 15 Temmuz sadece bu değildir. Bir yanıyla da cumhuriyet Türkiyesi’nin tarihinde ordu ile halk kitleleri arasındaki ilişkinin bir boyutunun, ordunun düzen koruyucu özelliğinin sarsıntıya uğraması anlamına da gelmektedir. Toplumsal mücadelelerin geleceğine derinden derine bir başka miras da bırakacaktır. Bu bugüne değil yarına ait bir önermedir. Ama kökleri bugünde, yani 15 Temmuz’da yatar. Büyük halk kitleleri, tanklara karşı çıkılabileceğini, nizamiye kapısından traktörle girilebileceğini, erleri komutanlarının söylediğinden farklı bir davranışa ikna etme çabasının işe yarayabileceğini yaşayarak görmüşlerdir. Bunu reddetmek mümkün mü? Yaşanmış olaylardan başka neye işaret ediyor bu önerme? Bir şey daha ekliyor: Bunu yaşayarak öğrenen, kırda da kentte de esas olarak emekçi halk kitleleridir.
Yazı hiçbir yerinde 15 Temmuz’da sokaklara çıkanların ilerici bir bilinç taşıdığını, siyasi bakımdan ilerici bir konumda olduğunu, bakış açılarının AKP’nin ufkunun ötesine taştığını söylemiyor. Diyalektiğin çelişki yasasını sonuna kadar götürme uyarısıyla başlayan yazı, 15 Temmuz’un bugünkü sonuçları ile yarınki muhtemel sonuçlarının aynı potada erimiş olduğuna işaret ediyor.
Bu anlatılanda ve tartışmaya konu olan yazının kendisinde bundan başka bir şey bulan, özellikle AKP’li kitlelerde devrimcilik, demokratlık, ilericilik gibi özelliklerin en ufak izinden söz ettiğimizi keşfeden, bize de göstersin. O zaman yazının “niyeti aştığını” ilk teslim edecek olan biz oluruz!
Ama söylemediğimiz şeyleri bize söyleterek devrimci Marksizmi yıpratmaya çalışanları da cevapsız bırakmayız.
İncir çekirdeği
Önce sosyal medyadaki hafifliklere bakalım. Mesela bize “İktisat okumakla olmuyor hoca, Gramsci oku” diye derin tavsiyelerde bulunanlar oldu. Yazının bir paragrafı, bütünüyle parantez içinde, tam da Gramsci’nin moda (ve tamamıyla çarpıtma) liberal yorumlarında hegemonya kavramının kültürel bir olguya indirgenmesine karşı, Gramsci’nin düşüncesinin de kökeninde yatan Leninist “hegemonya” kavramının nasıl da doğrudan siyasi bir kavram olduğunu anlatmaya ayrılmışken. Bu eleştirmenimiz yazıda kendisine eleştiri olduğunu dahi sezememiş, bir de bize Gramsci okumamızı tavsiye ediyor. Emriniz olur!
Bir başkası operadaki hayalet misali Şemsi Denizer’i işin içine sokmuş! Bizim 1990-91 dönemecindeki büyük Zonguldak madenci grev ve yürüyüşü döneminde sendika başkanı olan Denizer’e işçi partisi kurdurtmaya giriştiğimizi, “Jaguar kullanan sendikacıya parti kurdurtuyordu” diye anlatmış. Bakın biz bugün ile yarının diyalektik birliğine işaret ediyoruz, eleştirmenimiz de yarını bugüne indirgiyor, militanca bir grev yönetmekte olan bir sendikacıyı ondan, diyelim, üç yıl sonra yozlaşmış olduğu aşamada kullandığı Jaguar’a rağmen parti kurucusu yapmak istediğimizi ima ediyor! Ne dürüst bir tartışma! Bu konu açılmışken, bizi yıpratmak amacıyla çeyrek yüzyıl önce yaşanmış bu olayı temcit pilavı gibi önümüze çıkarmaya çalışanlara bir kez daha işin aslını hatırlatalım, kayda geçsin hakikat. O dönemde içinde politika yapmakta olduğumuz yayın organının, Denizer’e, kitlesel bir işçi partisinin (yani işçi sınıfının Leninist öncü partisinden farklı türden bir partinin) kurulması yolunda bir çağrı yaptığı doğrudur. Ama o sırada biz mesleki görev dolayısıyla yurtdışında idik. O dönemde internet falan da yoktu. Haberleşme asırlar alırdı. Gazete yayın kurulunun aldığı bu karara hiçbir katkımız olmamıştır. Elbette içinde yer aldığımız siyasi odağın kararlarının sorumluluğunu üstleniriz. Ama öneren biz değiliz. Böyle önerilerin ne zaman kime yapılabileceği taktik bir sorundur. Bu yazıda buna girmek saçma olur. Ama ima edildiği gibi Jaguar direksiyonundan yönetilecek bir Leninist parti değildi söz konusu olan!
Buna katkıda bulunan bir başka eleştirmenimiz de Trotskistlerin nerede kitle görseler devrim var zannettiklerine benzer bir eleştiri yapıyor. 2000’li yıllarda Sırbistan, Ukrayna ve Gürcistan’daki “renkli devrimler” pek çok solcunun başını döndürmüşken bunları emperyalizm yanlısı koalisyonların kitleleri etkisine alması olarak mahkûm eden bir siyasi gelenekten gelen birine pek isabetli bir eleştiri olmuş! 2014’te pek çok solcu, kim bilir belki de eleştirmenimizin kendisi de, Ukrayna’daki Maydan olaylarını Gezi isyanı zannederken emperyalizmin rolüne ve faşistlerin ağırlığına işaret eden, Maydan’ı karşısına alan bizim partimizdi. Sonra biz nerede kitle görsek…
Ağzınızla kuş tutsanız…
Okumanın bir biçimi ise, okurun daha eskiden içinde bulunmuş olduğu bir tartışmanın çerçevesini yeni duyduğu argümana zorla dayatması. Böylelikle söylenen yeni şey eskiye indirgenerek çarpıtılıyor. Eski iddiada zayıf ne varsa oraya vurdunuz mu yeni argüman da çöküveriyor… zannediyorsunuz.
Bir eleştirmen yazımızın iki ana tezi olduğunu söylüyor: Darbe oldu ve darbeyi sokağa çıkan kitleler engelledi. Biz darbe girişiminin “tiyatro” olduğu, iplerinin Erdoğan’ın elinde olduğu falan türünden tezleri ciddiye almadığımız için ilk tezin bizim yazımızın varsayımı olduğunu zaten reddetmeyiz. “15 Temmuz’un Anlamları” yazısının özgül tezi zaten o konuyla ilgili değil, dediğimiz gibi o tez yazının arka planında bir varsayım. Önemli olan ikinci “tez”: Biz darbeyi sokağa çıkan kitlelerin engellediğini söylüyormuşuz. Yazının kendisinden okuyalım: “Darbe girişiminin başarısızlığında elbette ki ordu içindeki bölünme ve muhtemel bir cuntalar savaşı belirleyici oldu.” Ne diyor? “Elbette” diyor, yani tartışılmaz bir mesele, hiç kuşku yok. Kuşku olmayan ne? Darbe girişiminin başarısızlığında belirleyici olanın ordunun kendi içindeki bölünme olduğu. Şimdi insan önyargı ile hareket etmese eleştirdiği bir yazının bu cümlesini görmezlikten gelip söylenmeyen bir şeyi iddia edebilir mi?
Bir başkası, sağ olsun, iyi hatırlamış, bir yıl önce darbe girişiminin hemen ertesinde yazdığımız, Monthly Review dergisinin sitesinde hâlâ okunabilecek bir İngilizce yazımızda tam tersini söylediğimizi ileri sürüyor, ciddi bir fikir değişikliği atfediyor bize. O yazıda Batı’da solcuların, ilericilerin, demokratların tanklara tırmanmış siviller görüntüsünü bir “demokrasi” anıtı gibi görmesine karşı bir uyarı yapıyorduk. Alıntılanan paragrafın son cümlesini aktaralım: “Tankların tepesine tırmanan herkes demokrat değildir.”
Şimdi de “15 Temmuz’un Anlamları” yazısına dönelim ve şu nitelemeyi okuyalım: “Bir yanıyla, 15 Temmuz her iki kanadında da gericiliğin yer aldığı bir iç savaştı. Daha düne kadar bu iki gerici güç gayri resmi koalisyon ortakları gibi Türkiye’yi birlikte yönetiyordu. (…) Şimdi, yaklaşık 10 yıllık koalisyon ortaklığı, iki yıllık huzursuz bir arada yaşama ve iki yıllık çatışmadan sonra iki taraf birbirinin boğazına sarılmıştı. Türkiye 24 saatlik bir iç savaş yaşadı, yüzlerce insan öldü. 15 Temmuz, gerisinde hummalı bir silahlanma ve milisleşme faaliyeti ve bir iç savaş tehdidi bırakarak tarihte yerini aldı.”
Burada “tankların tepesine tırmanan”ların demokrat olduğuna dair hiçbir ima var mı? Elbette hayır! Tam tersine gericilik var. Peki çelişkinin öteki yanı dediğimiz şey ne? Tankın tepesine tırmananın bilincine düşen tohum. Bunun bugün değil yarın düzen için tehlikeli olduğu söyleniyor. Tohum neredeyse maddi bir şey. O kişinin şu andaki demokratlığı ile hiçbir ilgisi yok. Yarın olacaklara olan etkisi açısından ele alınıyor sorun. İşin bu yanı, yabancı okurun kafasını karıştıracak ve anlatılmasında pratik hiçbir faydası olmayan bir boyuttur. Onun için orada yazılmıyor. Çünkü o yazının konusu “A Tale of Two Coups”u anlatmaktır: “İki Darbenin Hikâyesi” olarak çevirebiliriz.
Başka bir eleştirmenimiz de “15 Temmuz’un madem böyle bir ilerici yanı vardı, neden Devrimci İşçi Partisi de sokaklara çıkmadı?” diye soruyor. Tabii daha bir retorikle soruyor, bu kadar masumane değil üslup, daha bir zehir saçarak soruyor. Zehri bir kenara koyalım. Yukarıda yaptığımız alıntı, yani 15 Temmuz’un iki yanında iki gericiliğin yer aldığı tespiti ışığında eleştirmenimizin bize neden sokağa çıkmadınız diye sormasını tuhaf karşılıyoruz. Aynı yanlış anlama burada da devam ediyor. Biz AKP’li kitlelerin bilincinde devrim, hatta demokrasi vardı demedik ki. Bu konudaki kilit cümlede olayların ilerici bir şeyler ektiğini yazıyoruz açıkça. Yani nesnel gelişmeden ve bunun yarın koşullar değiştiğinde yaratabileceği sonuçlardan söz ediyoruz. Bizim dışımızda, AKP’li kitlelerin bilincinin dışında, onları sokağa çağıranların irade ve bilinci dışında, yani nesnel olarak doğan bir çelişkiden söz ediyoruz.
Buna rağmen ekleyelim. Devrimci İşçi Partisi 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece darbeye karşı çıkan bir bildiri yayınlamıştır. Yaşanan bir gecelik iç savaşın iki tarafını da desteklemeksizin yapmıştır bunu. O zamandan beri de, başta darbenin emperyalizmden aldığı destek ve darbenin mimarlarının emperyalizme bağımlılığı olmak üzere, çeşitli açılardan darbenin gerici karakterinin açıkça ortaya çıkmış olduğunu tekrarlamakta, son derecede ısrarlı bir anti-emperyalist politika izlemektedir. Politikada belirli bir kavşakta ana aktörlerin yanında yer almadan belirli tutumlar ortaya koymanın mümkün olduğunu gösteren sayısız örnek vardır tarihte. Nazilere karşı Sovyet savaşını desteklemek Stalinizm taraftarlığı değildir. Milli Mücadele’yi desteklemek (Mustafa Suphilerin tavrı) burjuva önderliğini desteklemek anlamına gelmez. Daha yakın ve daha benzer bir örnek olarak, solda 12 Eylül’e karşı çıkış Milliyetçi Cephe partilerinin, en başta faşist MHP’nin haklarını savunmak için yapılmadı.
Marx’ın köstebeği
İdeolojik gerileme dönemlerinde hareket kendi tarihsel kaynaklarını unutur. Marx’ın devrim için kullandığı “köstebek” benzetmesi hiç kuşkusuz en azından bazı kuşaklar için unutulamaz bir imgedir. Ama imgenin ardında ne yattığını, Deleuze ve Guattari okumaktan Marx’a hiç dönemeyenlerin unutması çok olağandır. Bakalım ne diyor Marx köstebek için:
“Ama devrim eksiksiz ilerlemektedir. Hâlâ araftan geçiyor. İşini metodik biçimde yapıyor. 2 Aralık 1851’e ulaşıldığında hazırlık çalışmasının yarısını tamamlamıştı; şimdi öteki yarısını tamamlamakta. Önce parlamentonun iktidarını tamamladı ki onu devirebilsin. Şimdi bunu başardı ya, yürütmeyi tamamlıyor, onu en arı ifadesine indirgiyor, yalıtıyor, kendine karşı tek hedef halinde dikiyor ki bütün imha güçlerini onun üzerinde yoğunlaştırabilsin. Hazırlık işinin bu ikinci yarısını da nihayetine ulaştırdığında ise, Avrupa oturduğu yerden fırlayacak ve sevinç içinde haykıracak: Güzel kazmışsın, ihtiyar köstebek!”
Devrim “eksiksiz” ilerlemektedir. Ne zaman? Louis Bonaparte’ın Fransa’da kurduğu diktatörlük altında. Ne yaparak ilerliyor? İşçi sınıfını örgütleyerek değil! Komünizmin kızıl bayraklarını taşıyan devrimci bir işçi partisi yoktur Fransa’da o tarihi anda. Marx rejimin gericiliğinin kendi kendini zayıflattığını, burjuva devletini kırılgan hale getirdiğini, böylece devrimin önkoşullarını oluşturduğunu anlatıyor. Çelişki! Diyalektik! Yoksa bizim AKP taraftarı kitlelerde “demokratik” bir hikmet bulduğumuzu iddia edenler, Marx’ın da Louis Bonaparte’ı devrimci bulduğunu mu zannediyorlar?
Bir eleştirmenimiz de “okuyan devrim oluyor sanacak” demiş. Hayır, devrim olmuyor, yazının hiçbir yerinde de “devrim oluyor” denmiyor. Tarih ötesi diyalektiği bilemeyiz, ama somutun diyalektiğinde fiil zamanları çok önemlidir. “Oluyor” denmiyor, sevgili kardeşimiz, olacak deniyor, devrimin olmasının koşulları adım adım oluşuyor deniyor. Gerçek sitesi sadece bu yazıda değil, parti kongre kararlarında, parti bildirilerinde, dünya ve Türkiye durumunun analizinde buna işaret ediyor. Siz olmayacak diyorsanız başka. Biz olacak diyoruz. Marx da olacak dedi. Çok bekledi, yirmi yıla yakın bekledi, ama Bonaparte’ın rejiminin sonunu Paris Komünü getirdi! Abdülhamid istibdadının sonunu da Hürriyet Devrimi’nin getirdiği gibi!
Kurucu mit
Metin Çulhaoğlu, ciddi ve düşünceli bir yazıda, bizim söylediğimizde doğru bir yanın olduğunu teslim ederek başlıyor değerlendirmesine: Çulhaoğlu devrimlerin karmakarışık gelişmesinin kaçınılmaz olduğu konusunda bizimle hemfikir. Onun terimleriyle söylersek “devrim süreçleri hiçbir zaman steril kanallardan gelişmez.” Belki bize bu yazıda söylediğimizden fazlasını söyletiyor, ama bir noktada bütün eleştirmenlerden farklı olarak yazının esas neyin üzerinde yükseldiğini açıkça ortaya koyuyor. Uzun bir alıntı:
“Darbe girişimine karşı sokağa çıkanların büyük ölçüde AKP’li, bir bölümünün de muhtemelen Tayyip Erdoğan hayranı olduğunu kabul eden Savran, her şeye rağmen halkın bir darbeye kafa tutmasının yerleşik herhangi bir düzen tarafından “hayırlı” bir durum sayılamayacağını söylüyor.
“Savran’ın bu olaydan kalkarak bundan sonrası, Türkiye’de yaşanacak bir devrim süreci için verdiği “mesajın” özüne katıldığımızı hemen belirtelim.” (http://ilerihaber.org/yazar/15-temmuz-destani-ve-yeni-toplumsal-mit-74171.html)
Bu alıntı yazının söylediğinin mükemmel bir özeti. Kilit kelime de “bundan sonrası”. Bold olarak yazılmış hem de. Muhtemeldir ki Çulhaoğlu kendi çevresinden başka türden eleştiriler duymuş, onlara kapıyı kapatıyor. Bizim diyalektiğimizin bugün ile yarını ayırt ettiğinin gayet iyi farkında.
Onun bize eleştirisi başka konularda. Esas eleştiri, “güncellikten kopukluk”tur. 15 Temmuz yeni kurulmakta olan rejimin “kurucu miti”dir, “bizim de payımız var” denebilecek bir olanak artık yoktur. Bu eleştirinin bizi şaşırttığını belirtelim. Çulhaoğlu yazıyı doğru okuduğuna göre, bizim 15 Temmuz’un zamansallığında bir öznel “pay” iddiasında bulunmadığımızı, karşı tarafın tabanında, koşullar değiştiğinde onları bize doğru savuracak bir tohumun iş gördüğünü tespit etmekle yetindiğimizi anlamış olmalıydı.
Başka eleştirileri de var Çulhaoğlu’nun. Bizim, bilincine tohum düşenlerin arasında “köyden tam kopamamış emekçileri, tablacıları, değnekçileri, muavinleri, yamakları, ortacıları, yoğun trafikte su satanları” da saydığımızı belirtiyor ve bu katmanların kısa vadede “‘Bonapartist’ bir rejimin lumpen tabanını oluşturma olasılığı”nın çok daha yüksek olduğunu belirtiyor. Buradaki dürüstlüğün hakkını vermeden geçmemek gerekir. Biz yazımızda bu katmanlardan önce “işçiler, kent yoksulları” diye başlıyoruz dizimize. Bunu gizlemek istese “da” ekini koymazdı Çulhaoğlu.
Sonra eleştirisine gelelim. Bizim saydığımız bütün kitleyi “lumpen” diye elimizin kenarıyla bir kenara itmek büyük bir yanlış olur. Lumpen dediğimizde önce bar fedailerini, çek senet mafyasının “proleter” unsurlarını, seks işçilerini korur pozunda pazarlayanları falan düşünsek daha iyi olur. İnsan İstanbul’da bile, Ankara ve başka kentlerde haydi haydi, hayatını taştan çıkartan, ne efendi, nasıl dürüst tablacılarla, pilavcılarla, çiçekçilerle, kundura boyacılarıyla, sabah kahvaltısına sandviç hazırlayanlarla, her türden seyyar satıcıyla karşılaşıyor. Bunların bir bölümünün çekirdek ailesinde fabrika işçisi de olabilir, kamuda hizmetli olarak çalışan da. Bu insanları neden “lumpen” deyip hemen istibdadın yanına iteceğiz ki? Kaldı ki, bizim listemizdekilerin hepsi öyle sokakta çalışan insanlar da değil. Aşçı yamağı, kahvecinin çırağı, otobüs muavini, tekstil atölyesinin ortacısı basbayağı proleter insanlar. Lumpen proletarya olarak anılmaları için hiçbir neden yok.
Ama lumpen ya da değil, bu kitle açısından bugün için haklı Çulhaoğlu. “Alperen” olduğu ilan edilen geleneksel küçük burjuvazinin yanı sıra bu katmanlar da istibdad rejiminin bir tabanını oluşturuyor bugün. Zaten o yüzden 15 Temmuz’da sokaklardaydılar. Ama biz koşullar değiştiğinde bu durumun değişeceğini söylüyoruz. Yine Metin Çulhaoğlu’nun dilinden söyleyelim:
“Gerçek devrim süreçleri hiçbir zaman steril kanallardan gelişmez. Bu süreçlere katılan öyle insanlar, öyle toplum kesimleri olur ki harekete geçme nedenleri ve özlemleri o sürecin öncüsü sınıfın temsil ettiğinden çok farklıdır… Ama bu kesimler gene de öncü sınıfı kendilerinin “tercümanı” olarak görüp öyle kabul ederler…”
Burada Metin Çulhaoğlu tam da bizim söylediğimizi söylüyor! Koşullar değişince elbette.
Son eleştiri ise 15 Temmuz olayının kendinden önceki bir dizi büyük toplumsal olayla ilişkilendirilmesine dair. Uzun bir alıntıya değer yine:
“Savran ayrıca darbe girişimine karşı direnişin Gezi’deki halk isyanıyla, ‘Kobane serhildanıyla’ ve metal işçilerinin greviyle ‘biraz uzak da olsa akrabalığının olduğunu’ söylemektedir. Bu durumda birilerinin örneğin 1993’teki Madımak güruhuna işaret edip ‘Çok daha yakın başka akrabalıklar da var’ demesi pekâlâ mümkündür.”
Çulhaoğlu bizim “akrabalık” cümlesini izleyen cümlemizi de hatırlamalı. Gezi, Kobani ve metal grevinden söz ettikten sonra şöyle diyoruz: “Sanki onların 2016 yılına damga vuran çarpık suretidir.” (Vurgu sonradan).
Ama esas cevabımız bu değil. Cevabımız çok basit: Madımak kundakçıları o meşum cinayeti işlerken silahlı kuvvetler arkalarındaydı. (Bkz. http://gercekgazetesi.net/teori-tarih/sivas-madimak-devletlu-bir-katliam-0) 15 Temmuz “lumpenleri” silahlı kuvvetlere karşı mücadele etmek zorunda kaldılar! Fark da buradan geliyor zaten.
Metin Çulhaoğlu ile tartışmayı burada noktalıyoruz.
Türk solcusunun esas önyargısı
Şuna değinerek kapatalım bu yazıyı: Bütün bu tartışmalarda işin püf noktası başka bir yerde yatıyor. Türk solcusu işçi ve emekçi sınıfların hep bugünkü gibi kalacağını varsayıyor. Bu sınıfların, belki de çoğunluğuyla bugün AKP’ye destek verdiğini, aralarından küçümsenmeyecek bir bölümünün de Tayyip Erdoğan’a karizmatik bir bağla bağlı olduğunu gördükçe, bu kitlelerin hep aynı kalacağına kanaat getiriyor. Bunun bin türlü izahatı olabilir, bin türlü gerekçelendirilebilir. Ama şimdi önemli olan nasıl açıklanacağı değil. Varsayımın kendisi. İşçi ve emekçiden, belki şöyle söylemek daha doğru, Sünni işçi ve emekçiden umudunu çoktan kesmiştir Türk solcusu. Değişmez bir öz atfediyor bu kitlelere.
Bir kez bu varsayımı yaptınız mı devrimi de, köklü değişimi de dışlamış olursunuz. Çünkü devrimler ancak düne kadar hâkim sınıfların şu ya da bu kanadında yer alan siyasi bir güce bağlanmış büyük işçi ve emekçi kitlelerinin bir toplum fırtınası içinde saflarını değiştirmeleri ve eskiden yanında oldukları güçlerin karşısına geçmeleri sayesinde gerçekleşir. İşçi sınıfının asla bugünkü konumunu değiştirmeyeceğini varsaymak bu yüzden devrimi bir olasılık olarak bütünüyle dışlamaktır. Bir eleştirmen bizim için “işçi sınıfıdır ya, solcu ya da sağcı, fark etmez diyor Sungur Savran” diye yazmış. Haşa! Ne demek fark etmez? Elbette eder. Bizim söylediğimiz bambaşka bir şey: Bugün sağcı olan işçi yarın solcu olabilir. Bunu dışlamamalıyız, bunu dışlamayın!
İşçi sınıfı transatlantik gemiler gibidir. Öyle kolay yön değiştirmez. Ama bir değiştirdi mi! O zaman görün siz, geçtiğimiz 15 Temmuz’da atılan tohum nasıl meyvesini veriyor!