Bir ezilen ulusun mücadelesine saygı, devrimci dayanışma, Leninist dürüstlük
Aydınlık gazetesi ve İşçi Partisi “çözüm süreci” olarak anılan sürece son vermek amacıyla 15 yıllık bir hikâyeyi yeniden pişirerek sofraya getirdi. Abdullah Öcalan’ın ABD tarafından ele geçirilerek Türkiye’ye teslim edilmesinden sonra yapılan sorguda söylediği bazı sözler, Kürt halkını sadece Öcalan’dan değil, mücadeleden de soğutmak amacıyla yeniden dolaşıma sokuldu. İşçi Partisi, “Türkler ve Kürtler olarak Türk milleti”ne çözümü kendisinin bulacağını vaat ediyor! Daha sorunun ortaya konuluş biçiminden, milliyetçilik batağında debelenmekte olan bu akımın Türklerin Kürtler üzerindeki hâkimiyetini sürdürmek amacında olduğunu görmemek mümkün değil! Enternasyonalizmi ve halkların kardeşliğini savunan solu da “vatansız” olarak niteliyor İşçi Partisi.
Bu parti sosyal kontrgerillacıdır. Kontrgerillanın örgütsel bir parçası olduğunu söylemiyoruz. Bunu ileri sürecek kesin deliller bizim elimizde yok. Söylediğimiz şudur: Türkiye devletinin askeri güçleri içinde, ABD gözetiminde oluşturulmuş ve devletin bekası için tehdit olarak görülen her toplumsal ve siyasi güce karşı terör uygulayan organlar vardır. Bunların tamamının adı kontrgerilladır. Aynen Lenin’in işçi hareketi ve sol içinden gelerek milliyetçilik yapan sosyal demokratlara “sosyal şoven” dediği gibi, İşçi Partisi de kökeni solda, yüreği kontrgerillada olan bir partidir. Tekrarlıyoruz: kontrgerillanın örgütsel bir parçası olduğuna dair bir şey söylemiyoruz. Politikasının kontrgerillaya yardım üzerine kurulduğunu söylüyoruz.
Bu o kadar kesin bir şeydir ki, İşçi Partisi Öcalan’ı sorgulayan (ve bugün Ergenekon davasında tutuklu olan) Atilla Uğur’un kendi MK üyesi olmasıyla övünmektedir. Atilla Uğur, ABD’nin 60 yıllık NATO müttefiki Türk ordusunun “terörizm”e karşı mücadelesinde mutemet adamıdır. İşçi Partisi’nin yeri açıktır. Amacı da, sadece Abdullah Öcalan’ı itibarsızlaştırmak değil, bu sayede ezilen Kürt ulusunun özgürleşme mücadelesini çözmek, dağıtmaktır.
Sosyalist solun Kürtlerle dayanışma içinde olan akımlarının çoğu bugün Halkların Demokratik Partisi çerçevesinde BDP ile birlikte örgütlenmeye girişmiştir. BDP ve HDP’nin İşçi Partisi ve Aydınlık gazetesinin taarruzu karşısındaki tavrı ise “geçiştirmek” olarak adlandırılabilecek bir tutum olmuştur. Böylece, İşçi Partisi’nin “vatansız” olmakla suçladığı, yani Türk milliyetçiliğine prim vermeyen, Kürt halkının özgürleşmesi çabasını destekleyen solun neredeyse tamamı suskunluğunu korumaktadır. Bu da sosyal kontrgerillacıların zafer çığlıkları atmalarına neden olmaktadır.
Devrimci İşçi Partisi’nin tavrı berraktır:
1) Biz, Öcalan’a ne kefiliz, ne de onu destekliyoruz. Biz, Kürt halkının özgürleşme davasını destekleriz. Kürt halkının Türk halkı ile her alanda tam eşitliğini, bu arada kendi devletini kurma hakkını da savunuruz. Ezilen bir ulus olarak haklarını kazanma yolunda onyıllardır fedakârca mücadele etmiş halkın oluşturduğu hareketi bir bütün olarak alırız. Eleştirel ve koşullu olarak destekleriz. Zalime karşı mazlumun yanında yer almak Leninizmin ayrılmaz bir ilkesidir.
2) Devrimci İşçi Partisi, Kürt hareketinin 2000’li yıllarda Marksizmden uzaklaşmasını, programını sil baştan yeniden oluşturmasını, sosyalizm yerine “ekolojik, demokratik, cinsiyet özgürlükçü toplum”u veya “demokratik modernite”yi nihai hedef olarak koymasını en başından itibaren eleştirmiştir. Bu ideolojik ve programatik değişimin aslında yeni bir politikaya karşılık vereceğini de öngörmüştür. 2003’te emperyalizmin Irak’ı işgaline kucak açan Barzani’yi müttefik gören anlayışı karşısına almıştır. 2004’te SHP ile seçime girme yoluyla Türkiye burjuvazisinin siyasi güçleriyle kurulan ittifaka karşı çıkmıştır. 2007’den itibaren AKP’ye hayırhah bakan yaklaşımı kesin bir tutumla mahkûm etmiştir. Bütün bu dönemeç noktalarında, ezilen bir ulusun kurtuluş hareketinin emperyalizmin ve burjuvazinin değil, işçi sınıfının ve sosyalizmin müttefiki haline gelmesi için ısrarlı girişimlerde bulunmuştur. “Üçüncü Cephe” politikasının anlamı tam da budur.
3) Biz, 2009 yılının “açılım” safsatasına da, 2013’ün kendi adını dahi koymayan ucube “süreç”ine de karşı çıktık. Her ikisinin amacının da Türkiye burjuvazisinin tarihi Musul-Kerkük düşlerini Ortadoğu’nun içinden geçmekte olduğu fırtınada gerçekleştirmeye, Kerkük petrollerinin kaymağını yemeye, Kuzey Kürdistan’dan ve Kıbrıs’tan sonra Güney Kürdistan’ı da üçüncü bir sömürge haline getirmeye dönük olduğunu açık açık söyledik. Bu kurnaz yöntemlerin Türkiye ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında kurulmak istenen ittifakın önünde engel olacak olan Kürt hareketini tasfiye etmeyi amaçladığını ısrarla anlatmaya çalıştık. Kısacası, amacın Kürt sorununu değil Kürt hareketini çözmek olduğunu vurguladık durduk. Erdoğan’ın 2013 sonunda Barzani’yi Diyarbakır’a getirmesi ve Barzani’nin Türkiye ile elbirliği içinde Rojava’yı karşısına alması bu bakış açısının doğruluğunu çarpıcı biçimde ortaya koymuştur.
4) AKP hükümetinin Kürt hareketini bu kurnaz yöntemlerle çözemediği takdirde, Ortadoğu çapında bir savaş veya benzeri bir kargaşada Sri Lanka tipi çözümü de yedek plan olarak hazırlamakta olduğuna dikkat çektik. Roboskî katliamı ve Paris suikastinin bu alternatif “çözüm”ün test edildiği bilinçli cinayetler olduğunun altını yorulmadan çizdik.
5) Gerek “açılım”da gerekse “süreç”te Abdullah Öcalan’ın konumunu Devrimci İşçi Partisi “tutsak müzakereci olmaz!”şiarı ile belirlemiştir. Öcalan’ın 1999’da her an devletin cinayetine kurban gidebileceği bir aşamada söyledikleri zaten biliniyordu. Bunu bugün yeniden ısıtıp servis etmek anlamsızdır. Önemli olan Öcalan’ın bugün ne rol oynadığıdır. Biz Öcalan’ın tutsak konumunun 30 yıllık mücadelenin bugünkü ihtiyaçlarına karşılık veren bir politika gütmesine izin vermediğini söylüyoruz.
6) Kürt hareketinin ve Kürt halkının 30 yıllık mücadele içinde kazandığı büyük deneyimin, Batı Avrupa’dan Güney Kürdistan’a, Rusya’dan Ermenistan’a kadar uzanan muazzam örgütlenmesinin ve kurtuluş iradesinin, hareketin gelecekte benimseyeceği siyasi doğrultuyu belirlemek bakımından tek tek bireylerin görüş ve tutumları kadar büyük önem taşıdığına inanıyoruz. Kürt hareketinin kadroları onlarca yıllık deneyimden geliyor. Kürt emekçileri, proleterleri, yoksul köylüleri, Kürdistan’ın kentlerine, Türkiye’nin metropollerine ve Batı Avrupa’nın şehirlerine fırlatılmış kent yoksulları, son tahlilde kendi sınıfsal ihtiyaçlarını da hesaba katan bir politikanın üstün çıkması için büyük bir potansiyel oluşturuyor. Daha başından “süreç” denen ucubeye kuşkuyla yaklaşan, 2013 Diyarbakır Newroz’unda bile “Serok tutsaksa bu nasıl barış?” diye pankart açan Kürt gençliği, Mazlum Doğan’lardan, Kemal Pir’lerden gelen devrimci ruhu taşımak ve yaşatmak bakımından çok önemli bir dayanak oluşturuyor.
Kürt sorunu Türkler ile Kürtlerin eşit hakka sahip olacağı bir çözüme kavuşturulmadıkça, her şey boştur. Kontrgerilla milliyetçiliği ve onun sosyal kontrgerillacılık kanadı bu tür bir çözüm aramak yerine onu engellemek için çırpınıyor. Onlar sosyal şovenizmin batağına batmış, bu yüzden de düzenin en sadık bekçileri haline gelmiş güçlerdir.
Bizi “vatansız” olmakla suçluyorlar. Onlara biz cevap vermeyeceğiz. Sürekli oradan buradan çekiştirdikleri, gericiliklerini ardına gizlemeye çalıştıkları Marksizmin, iki büyük kurucusu olan Karl Marx ve Friedrich Engels’in komünizmin tarihi programı olan Komünist Manifesto’da yazdığı cümleyi suratlarına bir tokat gibi fırlatıyoruz:
“İşçilerin vatanı yoktur”!