Avrupa’da altı yılda üçüncü daralma Türkiye’yi tehdit ediyor
Dünya finans piyasalarında çalkantılar geçtiğimiz günlerde yeniden şiddetlenmeye başladı. İleri kapitalist ülkelerin merkez bankalarının 2008 yılından bu yana ekonomiyi canlandırmak üzere piyasalara bol para akıtması da finans piyasalarındaki çöküş endişesini giderebilmiş değil. Özellikle Avrupa bölgesi ekonomilerinin 2008 krizinden bu yana üçüncü kez daralma (resesyon) olasılığının artmasıyla birlikte dünya ekonomisinin de yeniden ciddi yavaşlama yaşayacağı ve durgunluğun daha şiddetli olarak geri geleceği yönündeki beklentiler artmış durumda. Kapitalist sistemi nerdeyse çöküşün eşiğine getirmiş olan küresel krizin üzerinden altı sene geçmiş, birçok gelişkin kapitalist devlet iflasın eşiğine gelmiş durumda ve ufukta hâlâ bir çözüm bulunacağına dair en ufak bir işaret yok.
Bu köşede hep vurguladık. Sonuncusu 2008’de olmak üzere, son 30 yılda artan sıklıkla yaşanan finansal krizlerin kökeni üretim alanında kârlılığın düşük olmasından kaynaklanıyordu. Son dönemde bir yanda dünya kapitalizminin gelişkin üretim üssü ve Avrupa ekonomisinin motoru niteliğindeki Alman ekonomisinin, öte yanda “dünyanın atölyesi” Çin ekonomisinin ve önde gelen gelişmekte olan ülke ekonomilerinin giderek yavaşlıyor ve bir durgunluğa doğru ilerliyor oluşları, artık dünya ekonomisindeki uzun bunalımın üretim alanında da derinleştiğini açıkça ortaya koyuyor. Çünkü izlenen parasal genişleme politikaları bir türlü sermayedarları kârlılık vaadi düşük olan üretime dönük yatırımlara yöneltemiyor.
Çeşitli ülkelerin maliye bakanları, merkez bankası başkanları ve dünyanın önde gelen iktisatçılarının katılımıyla gerçekleşen IMF’nin yıllık toplantısında Başkan Lagarde’nin “küresel ekonominin dönüm noktasında olduğunu” ileri sürmesi ve "şimdi temel hedefimiz küresel ekonominin vites artırmasına yardım ederek, kırılgan, dengesiz ve risklerle çevrelenmiş olan hayal kırıcı iyileşmenin üstesinden gelmek” ifadesi de (wsj.com.tr, 3.10.2014) yukardaki tespitlerimizi doğrular nitelikte. Yıllık toplantıda esen havayı The Guardian’dan bir gazeteci şöyle betimlemiş: “ortam daha ziyade, 1930’larda Milletler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i Akvam), bütün katılımcıların önlerinde bir savaş olduğunu bildikleri, ama bunu durdurabilmek için kendilerini aciz hissettikleri bir toplantısını andırıyordu”.
Bu kırılgan ve burjuva rejimi açısından çözümsüz görünen gidişat madalyonun bir yüzü. Madalyonun öteki yüzünde ise dünya çapında yükselen işsizlik, düşen ücretler ve özellikle artan güvenlik ve savaş harcamaları bulunuyor. Hemen her ülkede izlenen “kemer sıkma” politikaları karşısında halk isyanları ve sınıf mücadelesi yükseliyor. Buna karşılık her bir ulusal burjuvazi “polis devletini” tahkim etmeye yöneliyor. Ayrıca artan güvenlik harcamaları da burjuvazinin durağanlaşan sermaye birikimini canlandırmak amacıyla silah sanayisine yönelme gereksinimi ile de örtüşüyor.
Söz konusu gelişmeler Türkiye kapitalizmi için olduğu gibi, özellikle işçi sınıfı açısından vahim sonuçlar doğuracak nitelikte. Zira dışarıdan gelen yabancı sermayenin ve turistin üçte ikisi Avrupa bölgesinden geliyor ve ihracatın yarısı da bu bölgeye yapılıyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika pazarlarında işlerin son dönemde kötü gittiğini patronlar her fırsatta dile getiriyorlar. Dolayısıyla Avrupa bölgesinin durgunluğa girmesi durumunda, Türkiye burjuvazisinin korkunç boyutlardaki dış borçlarını da hesaba katarsak, nasıl büyük bir kriz olasılığı ile karşı karşıya kalacağımızı varın siz düşünün.
2014’ün sonuna doğru geldiğimiz şu günlerde dünya ekonomisi, bataklığa sürüklenen bir araba misali bütün eğilimlerin keskinleştiği bir dönüm noktasında. Şu artık berrak olarak açığa çıkmış durumda: dünya ölçeğinde egemen sınıfların krizden çıkmak üzere işçi sınıfını daha da yoksullaştırmak ve baskıyı artırmaktan başka bir çözüm yolu yoktur. Bataklığa sürüklenmekten çıkışın tek yolu işçi sınıfının bütün dünyada siyasi bir mücadele ile direksiyonun başına geçmesi olacaktır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Kasım 2014 tarihli 61. sayısında yayınlanmıştır.