ABD yaptırımları: Hem sopa hem havuç
ABD’nin, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma füze sistemlerini alması dolayısıyla karar altına aldığı CAATSA (Türkçe açılımı ABD’nin Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyması Yasası) yaptırımlarının muhtemel sonuçlarının neler olacağı tartışılıyor. ABD Savunma Bütçesi’nin bir parçası olarak önce Kongre’den sonra da Senato’dan geçerek kabul edilen yaptırımlar, doğrudan Türkiye’nin Savunma Sanayii Başkanlığını (SSB) ve bu kurumun yöneticilerini hedef alıyor. Yaptırımlar, mal ve teknoloji transferinde ihracat lisansı yasağı, ABD’nin kendisinin ve ortak olduğu mali kuruluşların kredi vermesinin engellenmesi, Savunma Sanayii Başkanı İsmail Demir ve bazı başka yöneticilere vize yasağı ve mali yaptırımlar uygulanması gibi başlıkları içeren beş maddeden oluşuyor.
Türkiye Dışişleri Bakanlığı ilk tepkisini bu yaptırımları kınayarak ve reddederek gösterdi. Ancak yaptığı açıklamada Türkiye’nin ABD ve NATO ile müttefiklik ruhuna vurgu yaparak diyalogla çözüm bulmaya hazır olduğunu belirtti. Milli Savunma Bakanlığı, S-400’lerin F-35’lerle etkileşimini ABD ve NATO ile kurulacak bir ortak komisyonla ele alma önerisinin masada olduğunu tekrarladı. Yaptırımların muhatabı olan Savunma Sanayii Başkanı İsmail Demir ise bu yaptırımların etkisinin sınırlı olacağını ve silah sanayiindeki yerlileşme çabalarını hızlandıracağını belirtti. TBMM’de grubu bulunan AKP, CHP, MHP ve İyi Parti de ortak bir açıklamayla yaptırım kararlarını reddederek, “ABD’yi bu vahim yanlıştan bir an evvel geri dönmeye davet etti”. Tüm bunların ardından Erdoğan’ın tepkisinin ne olacağı merak ediliyordu. Erdoğan tüm bu açıklamalardan daha sert bir üslubu benimseyerek yaptırımları Türkiye’ye aleni bir saldırı olarak niteledi.
Yaptırımlar önemli değilse bu panik havası neden?
Bu ilk tepkilerin arka planında ise iktidar cephesinde önemli bir tartışmanın olduğu görülüyor. Bir görüş söz konusu yaptırımların “çok büyük bir etkisinin olmayacağını” belirterek, “kötü komşu insanı ev sahibi yapar” misali bu yaptırımları yerli ve milli silah sanayiini güçlendirmenin vesilesi olarak değerlendirmeyi savunuyor. SSB’ye yönelik yaptırımların özel sektör üzerinden ya da şu an için yaptırım dışı bırakılan Milli Savunma Bakanlığı üzerinden aşılabileceği söyleniyor. Bu düşünce iktidarın sivil kanadından daha fazla duyuluyor. Askeri kanat ise daha temkinli gözüküyor. Zira askerler ABD’nin yaptırımlarının kâğıt üzerinde yazdığından daha derine gidebileceğinin farkındalar.
CAATSA yaptırımları içinde yer almasa da F-35 savaş uçakları ile ilgili ABD Savunma Bütçesi’nde yer alan ifadeler ciddi bir kaygı yaratıyor. F-35 savaş uçaklarının 900 civarında parçasını üreten Türkiye bir süre önce projeden çıkartılmıştı. Bu kapsamda bütçede Türkiye’nin parasını ödediği 6 adet F-35 uçağının, Türkiye’ye parası ödenerek ABD ordusuna devredilmesi ve 15 gün içinde Türk şirketlerin ürettiği parçaların başka ülkelerin şirketlerine verilmesi maddeleri yer aldı. Türkiye’ye F-35 uçaklarını vermeyen ABD, Türkiye ile son dönemde sıcak bir siyasi/diplomatik/askeri husumet içinde olan Yunanistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne bu uçakların satışını yapacak. Askeri çevreler bunun gerçekleşmesi halinde özellikle Ege ve Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan hava kuvvetleri arasındaki dengenin Yunanistan lehine değişmesinden endişe ediyor. Bu olursa Oruç Reis Akdeniz’de dolaşırken “gerekirse savaşırız” diyerek rest çekmenin mümkün olamayacağını düşünüyorlar.
“Yerli ve milli” silah sanayii balonu sönüyor mu?
Bunun yanı sıra CAATSA kapsamındaki yaptırımlarda yazmayan ama uygulamada karşılaşılacak sorunlar da var. Hava Kuvvetleri’nin uçak filolarının ana gövdesini oluşturan F-16 uçaklarının yedek parçaları ve bakımlarının kâğıt üzerindeki yaptırımlardan değilse de fiilen gerilen ABD-Türkiye ilişkilerinden etkilenmesi söz konusu. Zira Türkiye’ye yönelik resmi bir yaptırım olmasa da fiilen silah ve parça tedarik zincirlerinin kesilmesi ve başkaca pürüzlerin çıkartılması söz konusu. Bu noktada iktidarın yerli ve milli silah sanayii hakkında anlattığı hikayeler de gerçeğin duvarına çarpıyor. Milli olarak lanse edilen ATAK helikopterlerinin Pakistan’a satışı ABD lisans vermediği için iptal edildiğinde ortada herhangi bir yaptırım kararı yoktu. Yine “milli” tank olan Altay’ın seri üretimini yapmak üzere Ethem Sancak’ın BMC’si Katarlı ortakları ile ihaleyi almıştı. Ancak BMC tankı Alman Rheinmetall şirketi ile birlikte üretecekti. Alman şirketi BMC ile sözleşmeyi feshedip motor vermediği için şu anda proje yerinde sayıyor.
Nihayet “yerli ve milli” hikayelerinin son dönemdeki başrol oyuncusu SİHA ve İHA’larda da Kanadalı BRP firması Avusturya üzerinden Türkiye’ye motor satışını durdurmuş durumda. TFX milli muharip uçak projesi ise zaten başından itibaren İngiliz BAE şirketi ve Nurol Holding ortaklığına verilmişti. Mevcut iktidar İngilizlerle ilişkisini iyi tutmaya ve bu tür gerilimlerde İngilizlerin desteğini almaya büyük önem veriyor. Ancak son dönemde iktidar tarafından TFX ihalesine de Ethem Sancak’ın sokulmak istenmesiyle, milli uçağın İngiliz motoru için Rolls Royce ile yapılan görüşmeler de akamete uğradı. İngilizler bir yandan Türkiye’nin “milli savaş sanayii” hikayesini Savunma Bakanı Wallace’ın ağzından “Libya’da oyun değiştirici rol oynadı” gibi ifadelerle övüyor gibi görünürken, aynı İngilizler Guardian gazetesinde yaptırdıkları haberle Bayraktar SİHA ve İHA’larının hassas teknolojik parçalarının İngiliz desteğiyle gerçekleştirildiğini sızdırıp Türk muhataplarına mesaj vermeyi ihmal etmiyorlar.
CAATSA sadece bir başlangıç
Dolayısıyla bu yaptırımların sinek vızıltısı ya da yok hükmünde olduğuna dair hamasi nutukların gerçekle bir ilişkisi bulunmuyor. Mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya benzeyen bu ifadelerin arka planında iktidar cephesinde ciddi bir panik havası seziliyor. Bu panik havasının en önemli sebebi tabii ki ekonomik. Direniriz, direneceğiz söylemlerinin yükseldiği konuşmaların, iki cümle sonra “müttefiklik ruhu, diyalog ve diplomasi” ifadeleriyle bağlanmasının iki somut sebebi var: 1. Türkiye’de yüzde 54 seviyesine ulaşan dolarizasyon! 2. Merkez Bankası SWAP hariç net döviz rezervlerinin ekside olması! ABD’nin son CAATSA yaptırımları SSB ile sınırlı olabilir ama Trump’ın, “ekonominizi mahvederiz” sözüyle önce Rahip Brunson’ı içerden çıkarttığı, daha sonra da aynı söyleme Erdoğan’a özel hakaretler ekleyerek Türkiye’yi “Barış Pınarı”nda ABD’nin çizdiği sınırlar içinde tutmuş olduğu hatırlardadır. Ve daha birkaç ay önce Temmuz ayının sonunda ABD’de Halkbank’a yönelik yeni bir dava daha açılmıştır ve Türkiye ekonomisi üzerinde Demokles’in kılıcı tekrar sallanmaktadır.
Emperyalizmin havuç ve sopa politikası
Tüm bu tabloya bakıldığında CAATSA yaptırımları madde madde çok büyük sonuçlar doğurmayacak olsa da bir bütün olarak ABD’nin Türkiye karşısında inisiyatifi eline almış olduğu söylenebilir. Trump’ın yaptırım olasılıkları içinde nispeten daha yumuşak olanları seçerek koltuğu bırakmadan önce Erdoğan’a son bir iyilik yaptığını söyleyen yorumlar çok gerçekçi değil. Trump ve Erdoğan arasında “gerçek” bir dostluk olduğunu düşünmek için hiçbir neden yok. Kaldı ki ortaya koyduğumuz tablo CAATSA yaptırımlarının ABD’nin Türkiye’ye uygulayacağı baskının sınırlarını çizmediğini bilakis bir başlangıç niteliğinde olduğunu gösteriyor. Joseph Biden göreve başladıktan sonra bu başlangıç noktasını daha da ileri götürebilir. Erdoğan ve iktidarının vereceği tavizlere bağlı olarak, Türkiye savunma sanayii ile kurulacak ilişkileri SSB dışındaki kanallar üzerinden yürüterek fiilen etkisiz de bırakabilir. Bu noktada Erdoğan ve iktidarı için Avrupa Birliği liderler zirvesinde bir yaptırım kararı çıkmamış olması da başlı başına bir tehdit haline gelebilir. Zira AB yaptırım uygulama kararı almadıysa da bu konuda nihai kararı vermiş değil. Tam tersine Türkiye’ye baskı uygulamaya devam etme ve gelişmelere göre yaptırımları Mart ayında değerlendirmeyi gündemine almış durumda. Yani Erdoğan, ABD yaptırımlarını “apaçık bir saldırı” olarak nitelemişse de bu ifadenin daha önceleri olduğu gibi iç kamuoyunu teskin etmekten başka bir şey ifade etmesi zordur.
İsrail açılımı gündemde
ABD ve Avrupa emperyalizmi ardı ardına aldığı kararlarla Erdoğan’a ve iktidar ortaklarına hem havuç hem sopa göstermiştir. “Reform” söylemi ile Batı emperyalizminin ekonomik hegemonyasına uyumlu hareket etme vaadinde bulunan, bunun için halkına acı reçete içirmeyi programına alan Erdoğan’a verilen mesaj az çok bellidir. Önümüzdeki süreçte Erdoğan ve müttefiklerine dış politikada ve ekonomi alanında fazla manevra alanı bırakılmayacaktır. Bu mesajın ekonomi alanında çok önceden alındığı açıkça görülüyor. Dış politikada ise Doğu Akdeniz sahasında bu mesajın gereğinin nasıl yapılacağını göreceğiz. Daha önce Libya bağlamında Tümgeneral Cihat Yaycı tarafından savunulan “Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölgeler için Mısır ve İsrail’le anlaşma” perspektifi hiç olmadığı kadar revaçtadır. Özellikle Karabağ savaşında Azerbaycan cephesinde İsrail’le yaşanan yakınlaşmanın artacağı görülüyor. İktidar yanlısı isimler televizyonlarda, köşe yazılarında İsrail’le yeni bir sürecin yaşanmasını öneriyorlar. Hemen hepsi geçmişte ABD’deki Siyonist lobisinin Türkiye lehine oynadığı rolü hatırlatan ve özleyen argümanları gündeme getirmekteler.
Anti-emperyalist mücadele istibdada karşı ekmek ve hürriyet mücadelesi ile bütünleşmiştir
Önümüzdeki süreçte iktidar cephesi itina ile Batı emperyalizminin stratejik çıkarlarına halel getirecek söylem ve eylemlerden kaçınacaktır. Dolar ve avronun konvertibilitesi, Amerikan ve Avrupa sermayesinin Türkiye’deki yatırımları, NATO üyeliği ve İncirlik ile Kürecik başta olmak üzere emperyalist üsler asla gündeme getirilmeyecek. Ama tüm bu kırmızı çizgilere değmeden epeyce hamasi nutuk dinleyeceğiz. “Eyy!” diye başlayan cümleler, müttefiklik ruhuna güzellemelerle bitecek. Halka “yerli ve milli savunma” sanayii masalları anlatılırken Amerikan, İngiliz, Kanadalı, Alman hatta İsrailli silah tekellerinin kapıları aşındırılacak. Dahası ABD yaptırımlarına karşı meclisteki dört partinin bildirisindeki ortak tutumun bu süreçte ABD ve NATO ile ilişkilerin sağlamlaştırılması için de sürdüğünü göreceğiz. Türkiye’nin en önemli ve yakıcı sorunlarından Kürt sorununun da bu gündemin bir parçası haline getirilmesi sürpriz olmayacaktır. Kendi içinde son derece çetrefilli bir karakter taşıyan bu alan başlı başına bir değerlendirme konusudur. Ancak söylenmesi gereken şudur ki Kürt sorununda ABD’nin belirleyici bir aktör haline getirilmesinin suçu sadece Kürt siyasi hareketinin üzerine atılamaz. Bunun sorumluluğu Kürt hareketinden çok daha fazla Türkiye’deki istibdad rejiminin sivil ve asker unsurlarındadır.
ABD yaptırımları Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığının bir tezahürüdür. Bu yaptırım süreci ile birlikte görülmesi gereken ise emperyalizme karşı mücadelenin istibdad rejimine karşı ekmek ve hürriyet mücadelesi ile bütünleşmiş olduğu ve Amerikan muhalefetinden mutlaka bağımsız bir şekilde yürütülmesi gerektiğidir.