8 Şubat 2012, Çarşamba
Filozof meddah
Slavoj Zizek geçtiğimiz hafta sonu, İstanbul’da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde, ağzına kadar öğrenciyle dolu bir amfide iki saat boyunca nefes almadan konuştu. Sadece koltukları değil, sahneyi, merdivenleri, arka boşlukları, kapı önlerini, dışarıda holleri dolduran öğrenciler de onu nefes bile almadan dinledi.
Zizek, iki saat boyu salonunu tutsak ettiyse, bu, konuşmacının müthiş bir ustalığı olduğunu gösterir. Zizek evet filozoftur, en son (toplantıda kendisinin hatırlattığı gibi) Hegel üzerine bin sayfalık bir kitap yazmıştır; Zizek psikanaliz teorisyenidir, Jacques Lacan’ın yaşayan öğrencileri arasında en çok kulak verilenlerden biridir; Zizek kültür eleştiricisidir, sinemayı da, reklamı da, sanatı da aynı ustalıkla ele almıştır; Zizek müthiş bir bilgi dağarcığı edinmiştir: Papua Yeni Gine’nin tarihi hakkında kitap da okumuştur, Aziz Augustin’in ilk günah hakkında yazdığı risaleyi de, Aeskilos’un Grek tragedyalarını da; Zizek engin bir uluslararası deneyime sahiptir: Çin ve New York, Kongo ve Avrupa hakkında aynı rahatlıkla konuşur. Ama Zizek aynı zamanda bir meddahtır. Konuşmasını sık sık şakalarla, fıkralarla ve anekdotlarla bezeyen, yakası açılmadık şakalar yapan, bir kitabının adını çarpıtarak söyleyecek olursak, ‘Gıdıklayan Özne’dir. Bu topraklarda konuşurken ona meddah diyebiliriz. Filozof meddah. Tamlamanın en iyi, en güzel, en şirin anlamında.
Felsefe konuştuğunda ciddiyetle tartışılabilecek biri olabilir. Eski yurttaşı Emir Kusturica’nın ‘Underground’ filmini, Balkanları Batı’ya onun Balkanlar hakkındaki önyargılarına uygun biçimde gösterdiği gerekçesiyle eleştirirken ustadır. Psikanalizden anlamayız, muhtemelen çok iyidir. Ama siyasete gelince, kavrayışı sefalettir. İzah edelim.
ZİZEK İKİNCİ CUMHURİYETÇİ
Zizek Türkiye’ye gelmeden önce de, geldiğinde de, birtakım röportaj ve demeçlerinde Osmanlı ve Türkiye üzerine çeşitli şeyler söyledi. Okuyucuyu düş kırıklığına uğratmak pahasına belirteyim ki, bu yazının esas konusu Zizek’in bu konularda söyledikleri ile bir polemik yapmak değil. Bu konuda zaten çok şey söylenmiş durumda, bu bir. Zizek’in söyledikleri tartışmaya bile değmeyecek kadar sığ ve gerici şeyler, bu iki. Zizek’in sorunları, Osmanlı ve Türkiye hakkında söyledikleriyle sınırlı değil. Bu üç ve de en önemlisi. Neden en önemlisi? Çünkü Zizek’i bu konularda söyledikleriyle yerin dibine batıranlar bile (bizim gördüklerimiz diyelim ve kimsenin hakkını yemeyelim), sanki Zizek bizim dünyamız hakkında konuşmadığında tartışılacak bir şey yokmuş gibi, o konulara hiç dokunmuyorlar. Zizek Batı hakkında veya genel olarak dünya ahvali hakkında konuştuğunda sanki doğru şeyler söylüyormuş gibi, “Doğu’yu incelemeden yüzeysel konuşuyor” diyorlar. Osmanlı ve Türkiye hakkında söylediklerini “oryantalizm” diye niteliyorlar. Bizim bu yazıyla anlatmak istediğimiz de tam bu noktayla ilgili: Zizek’in Batı hakkında da, dünya ahvali hakkında da söyledikleri naif, yüzeysel ve burjuva düşüncesinin sınırlarına tutsak şeyler.
Dolayısıyla, bu yazıda esas bunlara değineceğiz, ama Zizek’in Türkiye hakkında söylediği şeylere de çok kısaca değinelim. Bunları üç önemli noktada özetlemek mümkün: Osmanlı üzerine söyledikleri, Kürt sorunu üzerine söyledikleri, Türkiye’nin Ortadoğu’da bir model olması üzerine söyledikleri.
Zizek’i İslamcı basının sevgilisi haline getiren, Osmanlı’yı hoşgörüsü dolayısıyla model göstermesi oldu. Neden övüyor Zizek Osmanlı’yı? Çünkü, diyor, ben ilkokul çocuğu iken okullarda Osmanlı’dan zalim diye söz edilirdi. Neden edilmesin? Osmanlı sömürgeciydi, baştan aşağı Hıristiyan Slavların yaşadığı Balkanları fethetti, bir kısmına dinini değiştirtti, Oradaki Slavlara kan kusturdu. Sömürgecinin aleyhine konuşmayı Sırp milliyetçiliği olarak sunmak anlamlı değil. Osmanlı’nın hoşgörüsünü öğrenmek istiyorsa, Zizek’e eski Yugoslavya’dan kendi vatandaşı Bosna-Hersekli İvo Andriç’in (hem de Sırp değil!) ‘Drina Köprüsü’ romanını tavsiye edelim. Bir Kazıklı Voyvoda hikâyesi okusun, bu tür uçuşlara iyi gelir! Anlaşılmaz olan şudur: Anti-komünistler ne derse desin, Zizek’in içine doğduğu, şimdi paramparça edilmiş olan Yugoslavya, muhtemelen insanlık tarihinde sayısız ulusun birbiriyle en demokratik ve dostane ilişkiler içinde yaşadığı ülke idi. Neden kendi tarihinden öğrenmiyor da, sömürgeci Osmanlı’yı sağa sola örnek gösteriyor, anlamak mümkün değil!
Kürt sorunu konusunda söyledikleri ise tam bir felaket! Türk ordusunun Irak’ın kuzeyine askeri müdahalesi için, Batılılar askeri müdahale yapıyor, iş Türkiye’ye gelince mi sorun oluyor diyor ve ekliyor: “biraz sempatim yok değil”. Bunun nasıl bir skandal olduğu ortada. Ama daha önemlisi Zizek’in siyasi programı: Zizek bütün parçalardan Kürtlerin Türkiye ile birleşmesini öneriyor!
Bir de Arap dünyasına herhangi biri model olacaksa Türkiye olsun lafını ekleyin, ortaya Özal’dan başlayıp Davutoğlu ile bugün sürmekte olan, ABD emperyalizmi ile Türkiye burjuvazisinin ortak prodüksiyonu Ortadoğu modeli çıkıyor. Solcu Zizek, Araplara ve Kürtlere, Türkiye’nin bölgedeki üstün rolünü ve bu sayede ABD’nin bölgeyi evcilleştirmesini kabul etmelerini öneriyor. Sonra da bunları, eski Yugoslavya’da ders kitaplarında Türkler aleyhine propaganda yapıldığı için “ilkokul çocukları kötü adamları severler” diye gerekçelendiriyor. Aklınız hâlâ ilkokul çocuğu düzeyinde midir sevgili Zizek? Kötülüğü hâlâ mı anlayamıyorsunuz?
İşte Zizek’in aklı bizim işlerimize bu kadar ermiş. Ama çok moda “oryantalizm” kavramını burada kullananlara bir de filozof meddahımızın dünya işleri hakkında söylediklerine kulak vermelerini öneririz. Hem zaten adama Londra’da, New York’ta ders veriyor diye “Batılı” muamelesi çekmeyin. O bizden. Balkanlardan.
ARAP DEVRİMİ, ATİNA, LONDRA NÜMAYİŞLERİ, WALL STREET
Zizek, Mimar Sinan konuşmasında kanıtladı ki, o muhteşem 2011 yılı içinde olan bitenden hiçbir şey anlamamıştır. Birinci büyük hatası, günümüz kapitalizminin sınıf yapısını, kendisinin gerici olduğunu itiraf ettiği bir Fransız dilbilimcisi, filozofu ve Lacancı psikanalisti olan Jean Claude Milner’den aldığı düpedüz saçma teori temelinde analiz etmesidir. Zizek’in özetinden anlaşıldığı kadarıyla Milner’e göre bugünün burjuvazisi, ‘ücretli burjuvazi’dir. CEO’lar bile gelirlerini (aynen işçiler gibi) ücret ve prim olarak alır. Ücretli burjuvazi, kendisini sıradan işçinin durumuna düşürecek gelişmelere karşı mücadele eder. Yani aslında günümüz kapitalizminde sınıf farkı, ücret farkı haline gelmiştir.
Zizek, buradan hareketle kendi ülkesi olan Slovenya’da son dönemde grevlere nasıl karşı çıktığını söyledi. (“Sakın yanlış anlamayın, ben solcuyum” diye ekleyerek.) Çünkü kamuda istihdam edilmiş doktorlar, mühendisler, avukatlar falan ayrıcalıklarını savunmak için grev yapıyormuş. Özel sektörün zavallı işçileri ise grev mrev yapamıyormuş. Yani grev ücretli burjuvazinin bir silahı haline geliyormuş. Zizek, Yunanistan’da tarihin gördüğü en büyük yoksullaştırma operasyonlarından biri olan taarruzu da bu açıdan ele alıyor. Yunanistan’da çok geniş bir kamu sektörü varmış, Zizek’in kuşkusu mücadelelerin bir bölümünün kamu sektörü çalışanlarının ayrıcalıklarını korumayı amaçladığıymış. Zizek burada da durmuyor. ‘Arap Baharı’ (Zizek, Arap devrimini burjuva medyasının bu ideolojik terimiyle andı) orta sınıf, eğitimli insanların kontrolünde kalmış, ‘gerçekten yoksul’ olanlar devrimin bir parçası olamamışlar. Bir süre önce Londra’da ve başka İngiliz kentlerinde binaları yakan gençler konusunda da Zizek “onlar sadece tüketici olmak istiyorlardı, post-ideolojik bir toplum işte böyle olur” diyor.
Bu kadar çok basit, olgusal, neredeyse ilkel denecek yanlışın bir araya toplanması bayağı bir beceri. Birincisi, Yunanistan’da kamu çalışanlarının ‘ayrıcalık’larını korumak için mücadele verdikleri düşüncesi, Yunanistan’ın borç sorununu işçi ve emekçilerin ‘rahat’ yaşamasına, ‘tembel’ olmasına atfeden ve kazanılmış hakları yerle bir etmeyi amaçlayan liberal burjuva düşüncesinin bir safsatasıdır. Zizek bu açıklamasıyla Yunanistan krizini kapitalizmin çelişkilerine değil, Yunan halkının ‘olanaklarının ötesinde yaşaması’na atfeden burjuva düşüncesi ile birleşiyor. İkincisi, Arap devriminin bir ‘orta sınıflar’ devrimi olduğu gerçeklere tam anlamıyla aykırıdır. Tunus devrimi, çıplak söylemek için basitleştirelim, varoşların sefalet koşullarında yaşayan gençliğinin öncülüğünde yapılmıştır. Mısır devrimini zafere ulaştıran ise örgütlü işçi sınıfının grevleridir. Zizek bir kez daha burjuva liberal basınla aynı safsatayı tekrarlıyor. Üçüncüsü, Londra’yı ve başka İngiliz kentlerini yakan gençler hiçbir biçimde ‘tüketici’ falan değildi. Açık açık sınıf ve zenginlik farklarının kendilerini öfkelendiren esas mesele olduğunu söylüyorlardı.
İş olgularla sınırlı kalsa, insan “Zizek çok meşgul, Pekin’den New York’a kadar her yere devamlı seyahat ediyor, konuşmaktan ve yazmaktan haberleri okumaya ve dinlemeye vakti kalmıyor” diyebilir. Ama Zizek sürekli olarak kendisiyle çelişiyor da. Çelişkilerden biri Arap devrimi ile ilgili. Zizek, Batı medyasının, kendi kullandığı terimle ‘Arap baharı’nı 1989 Doğu Avrupa’sına benzettiğini, ‘liberal’ olarak nitelediğini ileri sürdü. Oysa, dedi Zizek, Arap kitleleri sosyal adalet istiyordu. Güzel! Peki, ihtiyacı olmayan neden sosyal adalet istemiş acaba? Hani ‘Arap baharı’nı eğitimli, varlıklı, Zizek’e ‘ücretli burjuvazi’yi çağrıştıran orta sınıf yapmıştı? Şayet bu insanlar varlıklı orta sınıflarsa, onların sosyal adalet istemesi biraz tuhaf değil mi?
Çelişki burada da kalmıyor. Arap devrimi hakkında somut bir çelişki “eh, her düşünürde olabilir” diye geçiştirilebilirdi. Ama iş daha derine gidiyor. Zizek’in varlıklı, eğitimli orta sınıf dediği katmanların bugün Arap dünyasında olsun, Avrupa’da olsun, Amerika’da olsun, sınıf yapısında nasıl bir rolü olduğu gibi temel bir soruna değiyor. Çelişkiyi sergileyelim. Vahametine sonra değinelim.
Zizek bugünkü dünya durumunu tasvir etmeye girişirken ilk vurguladığı nokta şuydu: İşsizlik kapitalizmin temel özelliklerinden biri haline gelmiştir. Üniversite öğrencileri felsefe okumakta ama taksi şoförlüğü yapmaktadır. (Meddah gene çok başarılıdır: “İnsanın Hegel hakkında konuşabilen bir taksi şoförüyle yolculuk yapabilmesi güzel ama...”) Demek ki, üniversite okuyan, dikkat ‘eğitimli’, dikkat ‘varlıklı’ orta sınıf çocukları artık proleterdir! Üstelik kendi alanlarında iş bulamayan proleterler. O zaman neden onları ‘ücretli burjuvazi’ gibi düşünmeli? Bakın, İspanya’da genç işsizliği, son rakamlara göre, dudak uçuklatıcı bir düzeye çıktı: Yüzde 51,3! Puerta del Sol Meydanı’nı işgal eden eğitimli, hali vakti yerinde ailelerinin çocuklarını hâlâ ‘ücretli burjuvazinin p.çleri’ diye karşınıza mı alacaksınız?
Bütün bunların teorik temeli gibi gösterilen Milner’in ‘ücretli burjuvazisi’ ise tam anlamıyla bir uydurmadır. Sermayenin ikinci dereceden ajanlarının gelirlerinin ücret biçimini aldığına, sınıflar üzerine daha genel bir yazımda işaret etmiştim. (‘Sınıfları haritalamak: sınıflar birbirinden nasıl ayrılır?’, Devrimci Marksizm, 6-7, İlkbahar-Yaz 2008) Ama bu, ne burjuvazinin bu kategoriye indirgenmesine, ne de, çok daha önemlisi, proletaryanın yüksek ücretli katmanlarının ‘ücretli burjuvazi’ ile bütünleştirilmesine cevaz verir.
Doktorlar grev yapınca karşı mı çıkmak gerekir? Grevin ne ile ilgili olduğuna bağlıdır bu. Şayet doktorlar özel muayenehanelerinin kapatılmasına karşı mücadele ediyorlarsa, o zaman grev ya da değil, hiçbir eylemlerine destek vermemek gerekir, çünkü yaptıkları sağlığı özelleştirmeyi ve ticarileştirmeyi savunmaktır. Ama sıradan işçinin ücretine göre çok daha yüksek olsa da, devlet ya da özel hastanelerde ücretlerini savunmak için greve giderlerse, doktorları bal gibi de savunmak gerekir. Çünkü onların daha yüksek ücretlerini vasıfsız işçiler değil kapitalistler ödeyecektir. Çünkü onların daha yüksek ücretleri vasıfsız işçilerin ücretlerini düşürme değil olsa olsa yükseltme yönünde etki yaratacaktır. Çünkü onlar ‘ücretli burjuvazi’yi falan değil, işçi sınıfının üst katmanlarını, belki ‘aristokrasisini’ oluşturmaktadır.
Bütün bunlara Wall Street İşgali hareketi konusundaki çelişkilerini ekleyelim. Diyor ki, Zizek, Wall Street’in talepleri olmaması iyidir. İktidarın dilini konuşacağınıza susmak daha iyidir. İyi de, filozofumuz yine çelişkiler içinde çırpınıyor. Biraz önce, Wall Street İşgalcilerinin naif olduklarını anlatmıştı. Talepleri yok, ama paralarımızı büyük bankalardan çekelim, küçük bankalara yatıralım diyorlar! Demek ki, mesele iktidarın dilini konuşmamak değil, yolunu henüz bulamamış olmak. Konuşan mutlaka iktidarın dilini mi konuşur? Hayır, efendim, neden öyle olsun? “Bankalar halkın parası ile kurtuldu, o zaman halka aittir. Kamulaştırın!” diyen, hangi iktidarın dilini konuşuyormuş?
Zizek, meselenin sermayedar sınıfın kendi tarihsel tükenmişliğini aşabilmek için neredeyse bütün topluma saldırmakta olduğunu anlayamıyor, “bu greve değmiş, buna değmemiş” diye kitleleri bölüyor. Zizek, büyük kitle hareketlerinin sorununun nasıl bir program sorusuna cevap verememesi olduğunu anlayamıyor, konuşmamak daha iyi diyor. Zizek, meselenin kitlelerin bir partide örgütlü olmaması olduğunu anlayamıyor, şimdilik susmak daha iyidir diyor. Peki, ne zaman konuşacaklar? Konuşmaya başlayıp iktidarın dilini konuşmamaları için ne tavsiye ediyorsunuz? Cevap, uzun bir suskunluk.
İKTİDARIN DİLİNİ KİM KONUŞUYOR?
Peki, bütün bunlardan ne sonuç çıkarıyoruz? Zizek, Wall Street İşgalcilerinin susmasının iktidarın dilini konuşmaktan daha iyi olduğunu söylüyor ya, siyasi konularda kendisi sussa daha iyi olur, çünkü gerçekten iktidarın dilini o konuşuyor. Bütün iyi niyetine rağmen. Osmanlı’yı övdüğünde AKP’nin ve onun hizmetlerini sunduğu emperyalizmin dilini konuştuğunu bilmiyor. Kürtlerin hepsinin Türkiye ile birleşmesinin iyi olacağını söylediğinde Özal’ın, İkinci Cumhuriyet’in, ABD emperyalizminin dilini konuştuğunu bilmiyor. Yüksek ücretli, ayrıcalıklı katmanların grevlerine karşı olduğunda, Yunan kamu emekçilerini ayrıcalıklı gördüğünde liberalizmin dilini konuştuğunu anlamıyor. Wall Street İşgali hareketinin düzen dışı talepleri olmamasının kapitalizmin işine geldiğini anlayamıyor.
Abartıyor muyuz? Öyleyse, bakın Radikal’e verdiği ünlü mülakatta Zizek ne diyor. Mülakatı yapan soruyor: “O zaman biz de genç Zizek’in bir Marksist olduğunu, olgun Zizek’in ise bir Hegelci olduğunu mu düşünmeliyiz?” Kabahat gazetecide değil. Birileri ona Zizek’i hep Marksist diye tanıtmış. Dolayısıyla, böyle bir soruyu sorabiliyor. Ama mülakatın en güzel cevabını alıyor bu yanlış soruyla. Zizek cevap veriyor:
“Belki de! Ama genç Zizek Marksist derken, aslında liberal demek daha doğru olur; İdeolojinin Yüce Nesnesi gibi kitaplarımda hâlâ sevmediğim şey budur, Marx’a standart bir demokrasi anlayışıyla bakmışım ve demokrasiye yeterince eleştirel yaklaşmamışım. Onu totaliteryanizmin bir biçimi olarak gördüm.” (Radikal, 2 Ekim 2010, vurgu bizim.)
Zizek, kendi gelişmesinin ahlaklı, dürüst bir özetini vermiş burada. 21. yüzyılın başına kadar Zizek’in Marksizm’le ilişkisi ancak ‘yararlanmak’ olarak adlandırılabilecek bir ilişkidir. Ne zaman ki, dünya çapında Marksizm tekrar canlanmaya başlamıştır, Zizek de Marksizm’e yüzünü dönmüştür. Şimdi belki de kendine Marksist diyor. Ama insan elli yaşına kadar Marksizm’e totaliteryanizmin bir biçimi olarak bakmışsa, ondan sonra ne kadar Marksist olabilir? İşte bu kadar.
Filozof meddah, bize sadece iyi vakit geçirtmedi. Ayrıca yüzlerce gencin önünde şöyle dedi: “Ya komünizm, ya barbarlık!” Böyle diyen konuklarımızın başımızın üzerinde yeri var! Ama ne olur, kimse, ister filozof, ister meddah, anlamadığı konularda konuşmasın. Biz psikanaliz paralıyor muyuz?
Bu yazı 5 Şubat 2012 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.