Kamulaştırma mı? Aman ha!
Dünya ya da Türkiye ekonomisine yön veren büyük şirketlerin çevreye zarar verdiklerine, yolsuzluklara bulaştıklarına, battıklarına ya da iflas ettiklerine dair haberlerin sayısı her geçen gün artıyor. Gelgelelim, “batamayacak kadar büyük olan” bu şirketlerin yol açtıkları toplumsal maliyetlere alternatif olarak kamulaştırılmalarını talep etmeye görün. Tüm burjuva medyasını ve aydınlarını karşınızda bulursunuz. Hatta liberalizmin etkisindeki çeşitli sol çevreleri bile. Piyasa ve rekabet dışında bir dünyayı savunmaya kalkın hemen üstünüze gelirler; ütopik ya da romantik olmakla suçlanırsınız. Onlara göre elbette kapitalizmin ötesi bir dünya bir gün gelecektir. Ancak o güne kadar en azından piyasa kurallarının düzgün işlemesini sağlamak gerekmektedir; böylece kaynaklar asgari düzeyde de olsa daha etkin dağıtılacak, görece refah artışı mümkün olabilecektir. Bu nedenle devletin, hükümetin piyasanın işleyişine müdahale etmesinin önüne geçilmelidir. Geçenlerde Türkiye finans kapitalinin önde gelen kuruluşlarından İş Bankası’nın Genel Müdürü de benzer görüşte; “serbest piyasanın ilkelerine ve dinamiğine sonuna kadar bağlı kalın” diyor. Neymiş “serbest piyasa bolluk, bereket; kontrol darlık, bereketsizlik demek”miş (Cumhuriyet, 23.05.2019).
Beyefendinin, Türkiye ekonomisinin ağır bir krizden geçtiği şu günlerde AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın “keyfi” müdahalelerinin krizi daha da derinleştirmesinden endişe duyduğu anlaşılıyor. Bu yazı kapsamında işin bu boyutunu bir kenara bırakarak, daha ziyade ekonomik krize, dış borçlara, işsizliğe, batan firmalara çözüm olarak sunulan serbest piyasa ısrarının bizzat olgularla çeliştiğini vurgulamak istiyoruz. Birazdan Türkiye’den de örnek vereceğiz. Ama dünyadaki gelişmelere bir bakalım. Bu beyefendiye sormak gerek: Siz uzayda mı yaşıyorsunuz? Hadi bizde piyasanın kurallarına uyulmadı diyelim; o özendiğiniz kapitalizmin merkezlerinde de mi uyulmadı? Onlarca yıl boyunca “daha fazla piyasa, daha fazla serbestleşme” diyerek izlenen politikaların tüm dünyada işsizliğe, ülkeler arasında toplumsal eşitsizliklerin artmasına, ekonomik krizlere yol açtığını artık burjuvazinin en üst düzey kurumları bile kabul ediyorlar. 2008 ekonomik krizinde dünyanın önde gelen otomobil firması General Motors iflas etti, bir dizi ABD finans kuruluşu, İngiliz ve Avrupa bankaları iflasın eşiğine geldi. ABD vd. ülke devletleri her biri kendi sermaye gruplarını kurtarmak için müdahale etmese bunlar batacaktı; belki de dünya ekonomisi çökmenin eşiğine gelecekti. Dönemin İngiltere Maliye Bakanı’nın itirafına bakar mısınız: “Hayatım boyunca dinlediğim devlet müdahalesi, kamu mülkiyeti aptallıktır; serbest piyasanın alternatifi yoktur nutuklarını atanlar, şimdi benden lanet olası bankaları devletleştirmemi istiyorlar” (aktaran Rawnsley, Observer, 16.09.2018).
Dünyaca ünlü firmalar vergi kaçırmış, çevreye zarar veren ürünler satmış, daha fazla kâr peşinde fazla kapasite ile hem kaynak israfına yol açmış hem de borç batağı içinde iflasın eşiğine gelmiş; olsun piyasa nasıl olsa halleder. Oysa hele günümüz kriz koşullarında piyasa halledemiyor! Dünya ekonomik krizinden kör piyasa yasalarıyla çıkılamadığı için ABD’de Trump Çin’e ticaret savaşı açıyor, Meksika’ya duvar örüyor, dünyanın hemen her yerinde devletler korumacı tedbirler alıyorlar. Dikkat buyurun: Devlet piyasanın karşısında yer aldığı, ona rağmen müdahale ettiği için değil; “kurallarına göre işleyen” dünya piyasasında yerli burjuvazi uluslararası rekabette tökezlediği için devlet kamu kaynaklarıyla onu destekliyor.
Türkiye’de de olan budur. Devlet “acele kamulaştırma” adı altında kamu arazilerini özel inşaat şirketlerine peşkeş çekiyor, başta özelleştirilen enerji şirketleri olmak üzere Türkiye sanayisine yön veren ve borç batağı içinde olan şirketlere her geçen gün bir destek ve teşvik paketi açıklıyor. Kredi Garanti Fonu, Enerji Girişimi Garanti Fonu, hatta İşsizlik Sigortası Fonu bile patronlara borçlarını yapılandırmak için akıtılıyor. Sormak lazım, bu bir tür kamulaştırma değil de nedir? Netice itibariyle kamunun kaynakları özel sektörün emrine verilmektedir. Sosyal harcamalarını artırmaya gelince “kaynak yok”, kamu işletmelerini etkin değil diye özelleştirmek için gerekçe olarak “bunlar devlete yük” ancak patronları kurtarmaya gelince “hepimiz aynı gemideyiz” diyorlar.
Toplumsal bir iş bölümü içinde gerçekleşen üretim, sırf üretim araçlarında özel mülkiyetin varlığı nedeniyle, piyasanın kör yasalarıyla toplumsal ihtiyaçları karşılayamıyor; ekonomik bunalım dönemlerinde toplumsal açıdan işsizlik, çevre kirliliği gibi hayati maliyetlere yol açıyor. Üstelik devletler böylesi ağır kriz koşullarında yukarıda çeşitli olgularla işaret ettiğimiz gibi sırf kendi ulusal sermayelerini desteklemek için artan oranda kamunun kaynaklarını kullanıyorlar. Buradan varılacak sonuç şudur: Devletin yaptığı patronların çıkarı için, onların denetiminde “kamulaştırma”dan başka bir şey değildir. Madem patronlar başları sıkıştığında kendileri piyasaya alternatif arıyorlar; bir işçi emekçi hükümetinde, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin denetiminde ve onların toplumsal ihtiyaçlarını dikkate alan bir kamulaştırma neden mümkün olmasın?
Bu yazı Gerçek gazetesinin Haziran 2019 tarihli 117. sayısında yayınlanmıştır.