En kötüsü geride kaldı mı?
Sadece Türkiye’de değil, dünyada da ekonomi yönetimindekilerin dillerine pelesenk ettikleri bir laf var: “en kötüsü geride kaldı”. Başta Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak olmak üzere AKP hükümetinin bazı bakanları son yıllarda Türkiye ekonomisinin krizinin derinleştiği koşullarda bu lafı sıklıkla kullandılar, hâlâ da kullanmaya devam ediyorlar. Gelgelelim bu kullanım sadece Türkiye’dekilerle sınırlı değil. Avrupa Merkez Bankası (ECB) Başkanı Lagarde iki ay evveli Avrupa ekonomileri için eşi benzeri görülmemiş bir daralma yaşanabileceği uyarısı yaptıktan sonra, her ne kadar salgında ikinci dalga olasılığı sebebiyle ihtiyatlı olmak gerekse de ekonomik krizde dip noktasının Euro Bölgesi’nde muhtemelen geçildiğini dile getirmişti. Alman hükümetine göre, Covid-19 salgınının Alman ekonomisini İkinci Dünya Savaşı'ndan beri en derin daralmaya sürükleyeceğini aktaran başka bir haberde ise (Hürriyet, 25.08.2020) ING Bankası’nın Almanya baş ekonomistinin görüşlerine yer verilmiş. Covid-19 krizinin tüm boyutlarıyla şiddetini gösterdiğini belirten ekonomistimiz “iyi olan bir şey varsa o da nihayet en kötüsünün geride kalması” demiş. Anlaşılan bu ifade yerli ve yabancı burjuvaların ağzında ekonomik bunalımla baş edememenin kod adı olmuş durumda.
Oysa bırakın en kötüsünün geride kalmasını, dip noktayı geçmeyi, dünya ekonomisinin gidişatı çok daha ciddi sarsıntılara gebe. Önümüzdeki sonbahardan itibaren ikinci bir salgın dalgasının da tetiklemesiyle dünya ekonomisinin yeniden ve bu sefer daha ağır bir durgunluk evresine girebileceğine dair önemli emareler var. Dünya Bankası, Koronavirüs salgını nedeniyle 2020 yılında dünya ekonomisinin yüzde 5, dünya kişi başı gelirinin de (GSYH) yüzde 6,2 küçüleceğini tahmin ediyor. Bu öngörünün gerçek olması halinde, dünya ekonomisinin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en derin daralmayı ve son 150 yılın en kötü ekonomik durgunluğunu (bu gazetenin okuyucularının aşina olduğu ifadeyle Üçüncü Büyük Depresyon) yaşayacağı belirtiliyor. Ayrıca söz konusu küçülmenin boyutunun 2008-09’daki küresel mali krizin neredeyse iki katı olması bekleniyor. Avrupa Birliği (AB) Komisyonu da, salgın nedeniyle bu yıl AB ekonomisinin yüzde 7,4 ve Avrupa'nın başat ekonomisi Almanya'nın yüzde 6,5 daralacağını öngörüyor. Bu arada İngiliz ekonomisinin de 65 yılın en sert daralmasını yaşadığını ekleyelim. Dünya ticaret hacmi ise 2009 küresel finans krizinde yüzde 11 oranında küçülmüştü; 2020 yılında ise yüzde 33 küçülmesi bekleniyor! Bu verilerden daha da çarpıcı olanı birçok kapitalist ekonomide kârlılığın savaş sonrası dönemin en düşük düzeyinde olması, sabit sermaye yatırımlarında yaprak kımıldamaması ve istihdam kaybının tarihin en yüksek seviyelerinde bulunması.
Tüm bu olgular karşısında sermaye çevreleri ve onların sözcüleri bize dünya ekonomisinin içinde bulunduğu krizden hızla çıkabileceğini söylüyorlar. Onların bu iyimserliğinin ardında bankalara ve firmalara sıfır faizle para saçan devletlerin destek paketlerine bel bağlamış olmaları yatıyor. Oysa günümüzde irili ufaklı birçok firma açısından üretimden elde edebileceği artı değer, yani kâr kütlesi, bunu elde etmek için almış olduğu kredi borcunun yanında devede kulak kalıyor. Dolayısıyla bir süre sonra mevcut gelirleriyle bu borçları ödeyemez duruma, yani iflasın eşiğine gelmeleri kaçınılmaz. Nitekim salgının da etkisiyle otomotivden havayoluna ya da perakendeye birçok sektörde çoğu firma iflasın eşiğinde kurtarılmayı bekliyor. Bugüne kadar devletin para basmasıyla, kamu kaynaklarıyla kurtarılan, aslında iflasın eşiğine çoktan gelmiş şirketler ve onlara kredi veren bankalar için artık çanlar çalıyor. Başta Almanya ve İspanya’dakiler olmak üzere dev bankaların sonbaharda irili ufaklı firmaların iflaslarına hazırlandıkları belirtiliyor (dw.com, 07.08.2020). Bu tespitler bize salgının şiddetlenmesiyle gündeme gelebilecek yeni bir karantinanın, krizden V biçiminde çıkmak bir yana, tüm Avrupa bankacılık sistemini sarsabilecek boyutlarda bir borç krizini, yeni bir finansal çöküşü tetikleyebileceğini gösteriyor.
Patronların daha fazla kâr elde etmek için, insan sağlığını hiçe sayarak, sürü bağışıklığı politikası izlemesi ve emekçilere en ağır çalışma koşullarını dayatması, yani hem ekonomik krizin hem de salgının yükünü emekçilere yıkması, “en kötünün geride kalmasını” mümkün kılmadığı gibi, daha kötü yaşam koşullarına mahkûm olmamıza yol açıyor. Dardanel firmasındaki “kapalı devre” çalışma uygulamasının protesto edildiği eylemde DİSK Genel Sekreteri Adnan Serdaroğlu şöyle demiş: “İşçi sınıfı kendi kaderine terk edilmiş durumdadır. İşçiler Covid-19 virüsüyle yan yana yaşamaya mahkûm edilmiştir”. Bir sendika başkanının bu itirafı ne yazık ki doğrudur; tam da bu nedenle işçi sınıfı kendi kaderini eline almak, bir işçi-emekçi hükümeti için mücadele etmek zorundadır. Ancak o zaman maskeden test kitine, aşıdan iş yerlerinde güvenli çalışmaya kadar toplumsal ihtiyaçları gözeten, özgür bir topluma doğru ilerleyebileceğiz. İşte o zaman en kötüsü geride kalmış olacak.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Eylül 2020 tarihli 132. sayısında yayınlanmıştır.