DİP 6. Kongre Belgeleri (2): Emperyalizme, sermayeye ve istibdada karşı ekmek ve hürriyet mücadelesinde perspektifler ve görevler!
Gerçek gazetesi ve internet sitesinde daha önce haberleştirdiğimiz Devrimci İşçi Partisi'nin 6. Kongresi'nin kararlarından Türkiye'de siyasal durumun analizi ve bu analizden çıkan görevlerin yer aldığı "Emperyalizme, sermayeye ve istibdada karşı ekmek ve hürriyet mücadelesinde perspektifler ve görevler!" başlıklı kararı aşağıda yayınlıyoruz. Kongre ile ilgili tüm belgelere buradan ulaşabilirsiniz.
- Türkiye’de siyasi iktidar ekonomide, iç ve dış siyasette tıkanmış durumdadır ve tüm bu alanlarda ciddi bir eş zamanlı kriz olasılığı gündemdedir. Ekonomide dünya kapitalizminin büyük depresyonu, Türkiye ekonomisinin kendine özgü kırılganlıklarıyla üst üste gelmiş durumdadır. Dışa bağımlı ekonomiyi sürekli sıcak para arayışı ile ayakta tutmaya çalışan, ekonomik daralmaya karşı ise düşük faizle kredi musluklarını açmaya yönelen siyasi iktidar, birbiriyle çelişen ve tutarsız ekonomi politikaları ile günü dahi kurtaramaz hale gelmiştir. Dış politikada da ABD, AB ve NATO dairesinden çıkmadan ama Rusya, Çin, İran vb. ile kurulan ilişkilerle Batı’ya karşı pazarlık gücü elde etmeye yönelik strateji tıkanmıştır. Sermayenin dış pazarlara açılma, enerji kaynaklarına ulaşma iştahı ile girişilen askeri operasyonlar sonuç vermemiş, Türkiye’nin Batı emperyalizmine bağımlılığını azaltmak şöyle dursun arttırmıştır. “İstikrar” iddiası ve vaadi ile inşa edilen, “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” ya da “Türk tipi başkanlık sistemi” olarak adlandırılan, özünde ise tamamen baskıcı ve keyfi yönetim manasına gelen istibdad rejimi başlı başına bir istikrarsızlık unsuru haline gelmiş durumdadır. Koronavirüs pandemisi ise bir yandan kapitalist sistemin işçileri ölümüne çalıştırdığı, kamu sağlığının gereklerinin kâr hırsına kurban edildiği diğer yandan sermayenin emekçi sınıflara karşı ölümüne sınıf saldırısının istibdadın baskı aygıtıyla ve sistematik veri çarpıtma, delil karartma rejimi altında yürütüldüğü bir süreç olarak yaşanmıştır. Bu dönem insanca yaşamak bir yana hayatta kalmanın bile salgına karşı olduğu kadar kapitalist düzene ve istibdada karşı da mücadele etmeyi gerektirdiğini çıplak biçimde göstermiştir.
- Siyasetin iktidar ve muhalefet cephesinde var olan, sol ve sosyalist kesimlerde dahi zaman zaman yankı bulan “normalleşme” beklentisinin gerçekçi olduğu söylenemez. Dahası düzen siyasetinin normalleşme ve uzlaşma ile göreli bir istikrara kavuşacağına yönelik beklentiler emekçi halk nezdinde bir rehavet etkisi yaratması açısından zararlıdır da. Ekonomide, dış siyasette ve iç siyasette kriz dinamiklerinin eş zamanlı biçimde patlak vermesi Türkiye’yi siyasi ve toplumsal açıdan “kusursuz bir fırtına”ya doğru sürükleyebilir. Bu tür bir kusursuz fırtına bugün siyasetin olağan ve istikrarlı görünen tüm kurumlarını bir anda kenara itebilir. İktidarın erken seçime direndiği, muhalefetin ise sürekli erken seçim için bastırdığı bir siyasal atmosfer düzen içindeki siyasi hesaplaşmanın sandıkta olacağı ya da sandıklar kurulduğunda sonucu belirleyecek olanın halkın özgür iradesi olacağı anlamına gelmez. Hâkim sınıflar kendi iç hesaplaşmalarını yeri geldiğinde önceden belirlenmiş hukuki kural ve kurumlara bağlı kalmadan yapmaktadırlar. Türkiye’nin darbelerle, siyasi provokasyonlarla, sopalı ve manipüle edilmiş seçimlerle dolu yakın tarihi bunun kanıtıdır. Oysa aynı hâkim sınıflar iş işçi ve emekçi sınıfların kendi çıkarları için mücadele etmesine geldiğinde, polisle, jandarmayla, grev yasaklarıyla emekçi halkın karşısına çıkmakta, kitlelere hakkını aramak için tek yol olarak seçim sandıklarını göstermektedirler. Oysa o sandıklar hak aramanın yeri değil hakkını arayanların iradesinin düzen partileri arasında bölündüğü mecralar olmuştur. İktidar, halkın haklı tepkisi sonucu sandıktan yenilerek ya da gerileyerek çıksa dahi (7 Haziran 2015 genel seçimleri ve 2019’daki son yerel seçimlerde olduğu gibi) düzenin muhalefet partileri düzeni korumak için kendilerine oy veren halkın ekmek ve hürriyet taleplerine ihanet etmiştir. Dolayısıyla tüm bu krizlere işçi sınıfının öncülüğünde, sermayeden, devletten ve emperyalizmden bağımsız bir siyasi müdahale olmadığı takdirde farklı gerici senaryolar ülkenin gündemindedir.
- Devrimci İşçi Partisi, kriz ve çöküntü içindeki burjuva düzenini reforme etmek, tamir etmek ya da kurtarmak için düzen siyasetinin şu ya da bu kampına yedeklenmeyi, ister seçimlerde isterse seçim dışı siyasal mecralarda olsun kesin olarak reddeder. İşçi sınıfının siyasi olarak sermaye partilerinden, emperyalizmden ve devletten bağımsızlaşması için grevler, direnişler ve her türlü kitlesel ve meşru mücadele içinde bilinçlenmesini, sendikal ve siyasal düzeylerde örgütlenmesini, bağımsız bir siyasi odak haline gelmesini savunur. Devrimci İşçi Partisi, burjuva düzeninin krizini ve çöküntüsünü tedavi edilmesi gereken bir hastalık, bu kriz ve çöküntünün tezahürü olan siyasi çalkantıları dindirilmesi gereken aşırılıklar olarak değil sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum olan sosyalizmin doğum sancıları olarak, olası bir devrim öncesi durumun emareleri olarak görür. Bugün bu emareler kısmen vardır. Bu emareler gelişmelere bağlı olarak artabilir de azalabilir de… Ya da toplumun bağrında biriken çelişkiler ve öfke hâkim sınıflar tarafından şovenizm, ırkçılık ve mezhepçilik temelinde bir kimlik siyasetiyle kardeş kavgasını körüklemek üzere çarpıtılabilir. Tüm bunlar genelde kapitalist düzenin tıkanmışlığını açamaz, krizini çözemez, geleceği olmayan, emekçi halk kitlelerine herhangi bir gelecek sunmayan bu düzenin çöküşünü önleyemez… Ancak kapitalist düzenin kaçınılmaz tarihsel çöküşünü geciktirebilir ve emekçi halka ödetilen bedelleri ağırlaştırabilir.
- Burjuvazinin krizinin toplumu çöküntüye sürüklemesinin tek ilerici alternatifi bu krizin işçi iktidarıyla sonuçlanacak bir devrimci duruma dönüştürülmesidir. Devrimci İşçi Partisi bu hedefe ulaşmak için sermayeden, emperyalizmden ve devletten bağımsız bir sınıf siyasetini savunmaktadır. Devrimci İşçi Partisi’nin izlediği siyasi taktikleri, benimsediği sloganları ve ortaya koyduğu mücadele yöntemlerini belirleyen bu devrimci perspektiftir.
Emperyalizmden, sermayeden ve devletten bağımsız sınıf siyaseti
- Türkiye’de siyaset görünürde Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasında kutuplaşmış gibidir. HDP bir üçüncü odak olmaktan ziyade Millet İttifakı ile kırılgan ve gayriresmi bir işbirliği halindedir. Bu görüntü gerçeği yansıtmıyor. Çünkü bugün Türkiye toplumunu derin şekilde kutuplaştıran çelişki emek ve sermaye arasındadır. Bu çelişki hayatın her alanında en can yakıcı şekilde karşımıza çıkıyor. Bu can alıcı sorunlar açısından bakıldığında kameraların önünde birbirinin tam zıttı gibi görünen Cumhur ve Millet ittifaklarının perde gerisinde çok farklı olduğunu, sermayenin genel çıkarını gözetmekte ortaklaştığını görüyoruz. Cumhur İttifakı sermaye yanlısı ve son tahlilde Amerikancı ve NATO’cu bir istibdad rejiminin yürütücüsüdür. Millet İttifakı ise yine sermaye partilerinden oluşan bir Amerikan muhalefetidir. Her iki ittifak da sermaye düzenine olduğu kadar sermaye devletine de kopmaz biçimde bağlıdır. Aralarındaki esas farklar sermayenin bağrında birbiriyle rekabet içinde olan farklı kesimlerin çıkarlarını savunmaktan kaynaklanmaktadır. Emekçi halkın alternatifi bu ittifaklar arasında değil dışında aranmalı ve emperyalizmden, sermayeden ve devletten bağımsız bir sınıf siyasetiyle oluşturulmalıdır.
İşsize iş! Herkese Aş!
- İşsizlik ve hayat pahalılığı en önde gelen sorunlar. Devletin resmi istatistik rakamları her iki sorunu da olduğundan daha az göstermeye çalışsa da mızrak çuvala sığmıyor. Gerçek işsizlik oranları pandeminin başlamasının ardından yüzde 25’i geçti ve hiç bu seviyenin altına inmedi. Gençler ve kadınlar işsizlik sorununu en ağır şekilde yaşayanlar. Asgari ücretin fiilen açlık sınırına endekslendiği, emekçi halk içinde kredi ya da kredi kartı borcu sorunu olmayan neredeyse kimsenin kalmadığı bir ortamda işsiz kalmak açlıkla yüz yüze gelmek demek. Oysa sermaye için işsizlik çözülmesi gereken bir sorun değil krizin faturasını işçiye emekçiye ödetmenin bir yöntemidir. Sermaye daha az işçiyi daha çok çalıştırarak, sendikalaşmayı kırarak, işsizler ordusunu büyütüp işçiler arasında aşağı doğru bir rekabet yaratarak kârlarını korumaya çalışmaktadır. Düzen muhalefeti elbette ki artan işsizliği iktidarı eleştirmek için sıklıkla dile getiriyor. Ancak en iyi ihtimalle işsizliğe çözüm değil pansuman öneriyorlar. Kısa çalışmayı savunmak gibi işsizlik fonunun yağmalanmasına dayanan ve işsizlik yarasını daha da derinleştirecek politikaları savunmakta iktidarla ortaklaşıyorlar. Hatta iktidarı bu konuda tutuk davranmakla eleştiriyorlar. Yani işsizlik fonunun sermaye tarafından daha çok yağmalanmasını savunuyorlar. İşsizlik sorunu çözümsüz değildir. Ücretlerde kesinti olmaksızın, iş saatlerini kısaltıp mevcut işleri çalışan nüfusa paylaştıracak, kamu yatırım seferberliği ile yeni istihdam alanları açacak ve işsizlik belasına son verecek olan, ancak işçi sınıfı siyaseti ve iktidarıdır.
- Hayat pahalılığı da aynı şekildedir. İktidar bu konuda da rakamları çarpıtıyor, enflasyonu düşük göstererek her yıl belirlenen asgari ücreti de işçilerin ve kamu emekçilerinin ücret zamlarını da düşük tutuyor. Bu sermayenin devletle birlikte işçinin alınterini apaçık gasbetme yöntemidir. Hayat pahalılığının bir boyutu Türk lirasının sürekli değer kaybetmesidir. Türk lirası değer kaybettikçe emekçi halkın alım gücü daha da azalır. Ama özellikle ihracatçı sermaye grupları işçiye Türk lirası ile ödeme yapıp, mallarını yurtdışına dolar ve avro ile satarak bu durumdan da fayda sağlıyor. Enflasyon kadar kapitalist düzen içinde uygulanan enflasyonla mücadele programları da işçi sınıfını ve emekçi halkı yoksullaştırmaktadır. Çünkü enflasyonla mücadele adı altında sermaye partilerinin savunduğu bütçe kısıntıları, daraltıcı para politikası vb. devletin kamu harcamalarını ve emekçi halkın tüketimini kısarak fiyatlardaki yükselişi yavaşlatmayı hedeflemektedir. Hayat pahalılığının serbest piyasa kuralları içinde çözümü yoktur. Fiyatlar serbest piyasa koşullarında kontrol edilemez. Gıda üreten köylünün ürünü para etmezken, maliyetlerini karşılayamayan üretici tefeci boyunduruğuna girerken, aracıların ve perakende tekellerinin kâr hırsı sonucu emekçi halkın gıda tüketimi ateş pahasına olmaktadır. Serbest piyasanın dokunulmazlığına iman eden iktidara karşı gıda üreticisi köylüler desteklenmeli, kooperatifleşmenin yanı sıra verimli ve ucuz üretim yapan büyük devlet çiftlikleri kurulmalı, perakende tekelleri işçi denetiminde kamulaştırılmalı, şehirlerde ise işçi sınıfı ve emekçi halk fiyat denetim komiteleri ile pahalılığa karşı mücadele etmelidir. Hayat pahalılığına karşı ücretlerin enflasyon arttıkça yıllık ya da altı aylık değil en azından her ay otomatik artmasını sağlayan “eşel mobil” (oynak merdiven) sistemi uygulanmalıdır. Zira meselenin özünde mal ve hizmetler satılırken biçilen fiyatlar değil tüm bunlar üretilirken gerçekleşen sömürü vardır. Nihayet sömürüyü ortadan kaldırmak ancak işçi sınıfı siyaseti ve iktidarı altında, üretimi, işçi denetiminde ve kamu mülkiyeti temelinde, kâr için değil ihtiyaç için yapmakla mümkündür.
İstibdad rejimi hem baskıcı hem de pahalıdır!
- Kapitalist düzende sermayenin hakimiyet ve zor aracı olan devlet her daim toplumsal kaynakların israf edildiği pahalı bir mekanizma olmuştur. Bu anlamda kapitalist devlet halka hem baskı uygulamış hem de kıt kanaat geçinen emekçi halkın sırtında ek bir mali külfet olmuştur. Türkiye’deki istibdad rejimi sadece baskıcılığı ile değil halkın sırtına yüklediği ek mali yüklerle de karşımıza çıkmaktadır. İktidarın “beşli çete” olarak adlandırılan oligark müteahhit gruplarını semirten politikaları istibdad rejimine siyasi ve ekonomik olarak bağlı bir ekonomik güç odağı yaratmaktadır. Sivil ve askeri çok sayıda ihale devlet bütçesinden bu sermaye gruplarına kaynak aktarmanın bir vesilesi olarak kullanılmaktadır. Bu durum istibdad rejimini emekçi halk için sadece zalim değil aynı zamanda çok da pahalı hale getirmektedir. Bu duruma düzen içinden de tepkiler yükseliyor. Beşli çete ve etrafındaki oligarkların hızla zenginleşmesi eskisi kadar ihale alamayan Koçları, Sabancıları yani ülkenin köklü tekelci sermaye gruplarını öfkelendirebiliyor. CHP bir dönem beşli çeteye yönelik “kamulaştırma” iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Devrimci İşçi Partisi bu iddiayı yetersiz ve samimiyetsiz bulmaktadır, devlet bütçesinden söz konusu oligarklara ve yabancı ortaklarına sürekli kaynak aktaran köprü, otoyol, şehir hastanesi vb. yatırımlar işçi denetiminde ve tazminatsız olarak kamulaştırılmalıdır. Sadece bu da yetmez. Emekçi halkın çıkarı Koç’a peşkeş çekilmiş Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşu olan Tüpraş’ın da tazminatsız ve işçi denetimde kamulaştırılmasından yanadır. Tüpraş’ın özelleştirilmesi mevcut Anayasa ve hukuk kurallarının tamamen çiğnenmesiyle bugünkü istibdad rejiminin uygulamalarına çok benzeyen bir biçimde ve yine AKP eliyle gerçekleşmiştir. Sermayenin ve sermaye partilerinin ikiyüzlülüğüne karşı Tüpraş’ın, Türk Telekom’un, Şeker fabrikalarının, Tank Palet fabrikasının ve diğer tüm özelleştirilmiş kamu kuruluşlarının ve varlıklarının işçi denetiminde tazminatsız kamulaştırılması bağımsız sınıf siyasetinin gereği ve bir işçi iktidarının öncelikli görevidir.
Modern tefecilik düzenine son!
- Düzen içi siyasi ayrışmanın yansımalarından birini faiz politikasında görüyoruz. Holdinglerinin bünyesinde en büyük özel bankaları barındıran bu sermaye çevreleri (TÜSİAD’ın en büyük tekelci grupları), daha ziyade faiz alan değil de faiz ödeyen, borç batağındaki MÜSİAD sermayesini ve KOBİ’leri gözeten düşük faiz politikasına şiddetle karşı çıkıyor. Ancak her iki taraf da faizci kapitalist düzenin devamında ortaklaşmaktadır. Sözümona faizi “haram” kabul eden İslami bankaların “kâr payı” uygulaması faizin başka bir isimle uygulanmasından ibarettir. Özel bankacılık ister klasik ister İslami kılıfta uygulansın modern tefeciliktir. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçilerin çıkarı ise tüm bankaların kamulaştırılarak tek bir devlet bankasında, faiz ve kâr hesaplarına göre değil, toplumun ihtiyaç ve önceliklerine göre planlama yapılmasındadır. Cumhur ve Millet ittifaklarının saflarındaki partiler ve bunların etrafındaki diğer düzen partileri, sınıfsal öz olarak sermaye partileri olduğu için bunu savunamazlar. Ancak işçi sınıfının siyaseti ve iktidarı, bankaları işçi denetiminde kamulaştırabilir; tek bir devlet bankası temelinde kaynakları faiz oranlarına göre değil merkezi planlamayla işçi sınıfı ve emekçi halkın ihtiyaçlarına göre tahsis ederek, mevcut faizci tefeci düzenine son verebilir.
Emperyalist zincirleri kıracağız!
- Ekonomik ve ticari ilişkileri Batı dünyası ile iç içe geçmiş olan TÜSİAD, ABD ve AB ile daha uyumlu bir dış politikayı savunurken, Ortadoğu ve İslam coğrafyası ile kurulan ekonomik ilişkilerde köşe başlarını kapan gruplar, Erdoğan’ın Sünni İslam dünyasında etkili olmayı hedefleyen Rabiacı (Arapça dördüncü demek olan Rabia Mısır’da Sisi’ye karşı Rabiatül Adevviye Meydanı’ndaki eylemler dolayısıyla Müslüman Kardeşlerin sembolü olmuştur, Erdoğan’ın dört parmakla yaptığı selam da buradan gelmektedir) dış politikasını desteklemektedir. Zamanla bu Rabiacı politika MHP’nin de katılımıyla milliyetçi ideolojiyle “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” sloganı altında birleştirilmiştir. Yöntemler ve izlenen siyaset farklıdır. Kürt sorunu söz konusu olduğunda duruma göre bir taraf askeri operasyonları diğer taraf açılım politikalarını benimseyebilmektedir. Bazen de bu iki siyasetin bir tür karışımı “havuç sopa” politikasıyla gündeme gelmektedir. Ama sonuçta savaş petrol savaşı, açılım petrol açılımı olmaktadır. Bu politikaların temelinde Türkiye tekelci sermayesinin dar anlamda Kürt coğrafyası dışında da Ortadoğu’da, Doğu Akdeniz’de, Kafkaslarda enerjiyi fethetme politikası yatmaktadır. Bu fetih politikası Türkiye’yi emperyalizmden bağımsızlaştırmıyor, tam tersine daha sıkı zincirlerle emperyalizme bağlıyor. Aksi takdirde istibdad rejiminin bir dizi askeri macerasının hedefleri ile İngiliz emperyalist enerji tekeli BP’nin çıkarlarının örtüşmesi nasıl açıklanabilir? Suriye’deki savaşta ölen askerler için Amerikan emperyalist şeflerinin “şehitlerimiz” açıklaması nasıl izah edilebilir?
- Türkiye’de sayısı giderek artan göçmenlerin emperyalizmin işgal politikası olduğu söyleniyor. Oysa sayısı milyonları geçen göçmenler Türkiye’yi işgal etmek için değil emperyalizmin çıkarlarına paralel olarak Suriye’yi işgal etmek ve Afganistan’da emperyalist işgali sürdürebilmek için Türkiye’yi taşeronlaştırmak üzere vesile yapılmaktadır. İstibdad rejimi kendine biçilen bu misyonu hayata geçirirken AB ve ABD’den daha fazla para koparmak için göçmenleri kendi deyimiyle “Kayseri pazarlığı”nda kullanıyor. Amerikan muhalefeti ise göçmenleri Batı sınırlarından uzak tutmak üzere geri gönderme planları yaparken halkın şoven ön yargılarını kaşıyıp buradan siyasi destek devşirmeye çalışıyor. Sadece işçi sınıfı siyaseti hem göçmenlerin hem yerli işçi sınıfının aynı sistemden kaynaklanan sorunlarına ortak bir yanıt üretebilir. Göçmen ve yerli işçileri birbirine kırdıran provokasyonları boşa çıkararak, emperyalizmin ve sermayenin oyununu bozabilir.
- Nihayet düzen siyaseti içindeki farklılıklar NATO üyeliği, Türkiye’deki İncirlik ve Kürecik gibi ABD ve NATO’ya tahsis edilmiş askeri üsler söz konusu olduğunda, dövizde, dış ticarette, yabancı sermaye akımlarında serbestlik, AB ile Gümrük Birliği vb. söz konusu olduğunda ortadan kalkmaktadır. Ancak işçi sınıfının siyaseti her milletten memleketten emekçi halkı emperyalizme karşı aynı safta birleştirebilir ve tüm bu emperyalist zincirleri kıracak mücadeleyi yürütebilir.
Kahrolsun istibdad yaşasın hürriyet!
- Türkiye’deki istibdad rejimi, “devletin ve milletin bekası” adı altında savunulan ama neticede devletin sopasını milletin çoğunluğunu oluşturan emekçi halkın tepesine indiren, bir avuç sömürücü zengin azınlığı daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan, ülkenin kaynaklarını yabancı ve yerli sermayenin talanına açan, Türkiye’yi askeri maceralarda emperyalizmin taşeronu haline getiren keyfi ve baskıcı bir yönetimdir. Cumhur İttifakı “beka” söylemiyle bu rejimi savunurken, Millet İttifakı “demokrasi” adı altında bu rejimden şikayet etmektedir. Ancak aynı Millet İttifakı “devri sabık yaratmayacağız” diyerek istibdad ile uzlaşma kapısını da ardına kadar açmaktadır. Bunun sebebi gayet açıktır. Hâkim sınıflar kendi aralarındaki hesaplaşmada ne kadar sert görünürlerse görünsünler esas korkuları, mevcut krizin emekçi sınıflar lehine bir devrimci duruma dönüşmesidir. Hesaplaşma emek ile sermaye arasında olursa bundan toplu olarak kaybedeceklerini biliyorlar. Bu yüzden Kılıçdaroğlu olsun Akşener olsun yolsuzluklarla ilgili televizyonlarda konuşuyor, meclis gruplarında nutuklar atıyorlar ama aynı zamanda emekçi halkı “aman sokağa çıkmayın” diyerek sürekli korkutuyorlar. Yine son dönemde bir mafya şefinin ifşaatı ile düzenin tüm pislikleri ortaya saçıldığı halde bu konunun üzerine ısrarla gitmiyorlar. Meseleyi magazin boyutunda bırakıyorlar. Eski kontrgerilla şefi Mehmet Ağar’ın Uğur Mumcu cinayeti için söylediği “bir tuğlayı çekersek tüm duvar yıkılır” sözü Cumhur İttifakı’yla Millet İttifakı’yla tüm düzen siyasetinin ortak sloganıdır. “Tuğlayı çekelim duvarı yıkalım” diyecek olanlar ise o duvarın koruduğu düzenden hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfı ve emekçi halktır.
- “Tek adam rejimi” ve “şahsım iktidarı” mevcut rejimi tarif etmek ve Erdoğan’ın tüm yetkileri elinde tutmasını eleştirmek için sıklıkla kullanılan ifadeler. Ancak bu tanımlama bugün iktidarın sivil ve askeri otorite arasında paylaşılmış olduğu gerçeği ile örtüşmüyor. 15 Temmuz’dan sonra siyasi iktidarın özellikle ordu, jandarma, polis ve MİT’le yakından ilişkili alanları adım adım “tek adam” olduğu iddia edilen Erdoğan’ın kontrolünden çıkmıştır. 15 Temmuz sicilleri pek çok yönden hala karanlıkta olan, darbe karşıtı olmaktan ziyade bir cuntalar savaşının parçası olan kişiler içişleri ve dışişleri siyasetinin belirlenmesinde özellikle de Kürt sorunuyla ilgili konularda ipleri ellerinde tutmaktadır. Bu bir “tek adam” yönetimi değil “yarı askeri rejim”dir. İstibdad cephesi de yekpare değildir. Kendi içinde çelişkiler taşıyan parçalı bir yapıdadır. Bu çelişkiler kendini çok değişik biçimlerde dışa vurabilir.
- İstibdadın kendi içindeki hesaplaşma gün yüzüne çıktığında, ihale yolsuzluklarından liyakatsizliğe, esnafın yaşadığı sorunlardan işsizlik ve hayat pahalılığına kadar halkın haklı tepkilerini suistimal eden bir söylemle karşılaşabiliriz. Bugün muhalefette olan pek çok düzen partisinin farklı konumlar aldığını yeni ittifaklar içerisine girdiğini görebiliriz. Asla kanmamak ve istibdad rejimini birlikte inşa eden, emekçi halka bedel ödeten ve kardeş kavgasını körükleyenlerden toplu olarak hesap sormalıyız. Emekçi halkın çıkarı “devri sabık yaratmak”tadır.
Zincirsiz Kurucu Meclis için ileri!
- Devrimci İşçi Partisi tüm bu süreçleri yakından takip etmekte, yayınlarında bu çelişkileri ve tezahürlerini izlemekte ve emekçi halkı iktidar içindeki güç kavgalarında taraf olmaktan kaçınmaya çağırmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçi halkın çıkarı yarı askeri rejimin güç dağılımının şu ya da bu yönde değişmesinde değil bu rejimin dağıtılmasından yanadır.
- Meselenin sınıfsal özü açısından bakıldığında Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı arasındaki kutuplaşma nasıl yanıltıcı ise siyasal rejim sorunu açısından da “başkanlık sistemi” ile “güçlendirilmiş parlamenter sistem” saflaşması yanıltıcıdır. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” diyen düzen muhalefeti bunun altını doldurmadığı gibi başkanlık sisteminin sermayeye sağladığı avantajlardan vazgeçmeye de hiç niyetli görünmemektedir. Mesele mevcut iktidar tarafından dışlandığını düşünen sermaye kesimlerini yeniden iktidara tam anlamıyla ortak etmektir. Bir kez bu sağlandıktan sonra geceyarısı kararnameleriyle grevleri yasaklamaktan, Anayasa’yı ve yasaları çiğneyerek özelleştirmeler yapmaktan, işçi sınıfının ve emekçi halkın örgütlenmelerini baskı altına almaktan vazgeçmeyecekler.
- Mevcut siyasal sistem emekçi halkın iradesini sadece seçim barajı ile dışlamıyor. En büyük baraj kapitalist sistemin ta kendisidir. Burjuva siyaseti burjuvazi tarafından finanse edilmektedir. Yarın baraj yüzde 7’ye düşürülse dahi mevcut durumda temelli bir değişiklik olmayacaktır. Mevcut sistemde meclis birkaç istisna hariç, farklı partilerden patronlar ve patron avukatlarıyla, toprak ağaları ve tefecilerle doldurulmaktadır. Bu halkın tercihi değil halka dayatılan bir bileşimdir. Bu bileşimden emekçi halkın yararına bir siyasi tasarruf çıkmaz. Bir an için milletvekillerinin halkın yoğun baskısı altında kaldığı bir durumu düşünsek bile meclis zincire vurulmuş, milletvekilleri yetkisiz ve iradesiz kılınmış bir figürana dönüştürülmüş durumdadır.
- Yarın partilerin meclis içindeki sandalye dağılımı değişebilir hatta cumhurbaşkanı Erdoğan’dan farklı bir isim bile olabilir. Her halükarda zincirli meclisten emekçi halkın ekmek ve hürriyet talebini karşılayacak bir adım atması beklenemez. Seçimler gündeme geldiğinde Devrimci İşçi Partisi en uygun taktik, yöntem ve araçlarla sınıf siyasetini uygulamak üzere sürece müdahale edecektir. Ancak bunu asla mevcut sisteme dair halkın bilincinde yanılsamalara yol açmadan gerçekleştirecektir. Parlamenter bir çerçevede emekçi halkın siyasal iradesi ancak zincirsiz bir Kurucu Meclis ile tecelli edebilir. Zincirli seçimlerle zincirsiz bir meclis oluşturulamaz. Barajsız, yasaksız, tam propaganda ve örgütlenme özgürlüğünün sağlandığı, emekçi halkın temsilcilerinin seçilmesi önünde parasal ve hukuki hiçbir engelin bulunmadığı bir seçim gerek! Böyle bir seçimle oluşturulacak meclis, yeni bir düzen kurmak üzere tam yetkili ve egemen bir Kurucu Meclis niteliğinde olmak zorundadır. Bunun güncel örneği Şili’de halkın aylar süren kitlesel seferberliğinin ve isyanının sonucunda kurulmasına referandumla karar verilen Kurucu Meclis’tir. Bu meclis şimdi egemenlik konusunda var olan devlet sistemi ile mücadele ediyor. Dolayısıyla Türkiye’de de Kurucu Meclis’in sadece yeni anayasa hazırlama göreviyle tanımlanmasına karşı çıkılmalıdır. Türkiye’nin sorunları anayasa metninden değil sınıfsal çelişkilerden kaynaklanıyor. Dolayısıyla bu sorunların çözümü de bir grup seçilmiş kişinin en iyi anayasa metnini hazırlamasından değil sınıf kavgasını işçi sınıfının öncülüğünde emekçi halkın kazanmasından geçer. Devrimci İşçi Partisi’nin savunduğu Kurucu Meclis’in Türkiye’nin tarihindeki örneği ise milli mücadele seferberliği içinde kurulan Birinci Meclis’tir. Zincirsiz Kurucu Meclis, halka dayatılan koşullar altında (güdümlü bir YSK’nın denetiminde, seçim barajları altında, propaganda ve örgütlenme özgürlüğün olmadığı sopalı seçimler!) değil, halkın seferberliği sonucunda oluşan yeni koşullar altında toplanacaktır. Türkiye’nin tarihinde milli mücadele döneminde bu koşullar işgale karşı silahlı direniş içinde yaratılmıştır. Bugünün Türkiyesi’nde emekçi halkın yöntemi, esas olarak direnişler, fabrika işgalleri, grevler, genel grevler ve her türlü meşru kitle seferberliği olacaktır! Şayet bu mücadeleler bir işçi sınıf iktidarı doğrultusunda adım atacak kadar olgunlaşırsa partinin hedefi de Zincirsiz Kurucu Meclis’in ötesine taşacak ve işçi ve emekçi şuralarının birer sınıf iktidarı organı olarak kurulması doğrultusunda olacaktır.
- Devrimci İşçi Partisi bu hedef doğrultusunda Türkiye’nin tüm sosyalist parti ve örgütlerini de zincirsiz bir Kurucu Meclis için ortak mücadeleye çağırmaktadır. Sosyalistler düzen siyasetinin kızıl rengi olmayı, zincirli mecliste bir koltuk için düzen partilerine yedeklenmeyi reddetmeli, düzen siyaseti dışında, emperyalizmden, sermayeden ve devletten bağımsız bir odak oluşturmak için seferber olmalıdır. Devrimci İşçi Partisi bu amacı paylaşan herkesle hiçbir ön şart olmaksızın birlikte bağımsız bir sosyalist odak için çalışmaya hazırdır.
Faşizme karşı sınıf savaşı
- İstibdad rejiminin inşası süreci devletin baskı aygıtı içinde özel bir yapılanmayı da beraberinde getirmiştir. 15 Temmuz başarısız darbesi ertesinde istibdad rejimi jandarmayı İçişleri Bakanlığına bağlayarak, böylece yüz binlerle sayılan silahlı elemanı polis teşkilatıyla birlikte İçişleri Bakanı’nın tekeline sunarak, SADAT adındaki özel güvenlik firmasıyla el altından ilişkileri sürekli kılarak, Suriye’de kullanılan çeşitli “Tugay”ları yedek bir güce dönüştürerek ve başka yöntemlerle ülkede kanlı bir kardeş kavgasına zemin oluşturacak patlayıcı bir ortam yaratmıştır. Bu tür paramiliter yapıların kurulmasında görev almış olan ama son dönemde istibdadın iç çatışması sonucu devre dışı bırakılmış olan Sedat Peker bu konularda ifşaatta bulundu. 15 Temmuz ertesinde zimmetsiz birtakım Kalaşnikof tüfeklerin birilerine dağıtıldığını bir örnek olarak aktardı, bu bilgi olayın içinde bulunduğu iddia edilen bir başka şahıs tarafından doğrulandı. Şimdi 100 bin zimmetsiz tüfekten söz ediliyor. Bu durum, yasal kanallardan sapma gereğini hisseden herhangi bir güçlü siyasi odağın barut fıçısına kibrit tutmasına fırsat yaratabilir. Bütün bu iddiaların soruşturulması, bütün bu olanakların onları tekeline alanların elinden alınması gerekiyor. Faşist partinin iktidarın gayriresmi ortağı olması ve çeşitli askeri ve mülki odakla özel bir ilişki geliştirmiş olması, durumu daha da tehlikeli kılıyor. Günümüzde Tayyip Erdoğan’ın sağlık sorunlarının artışı artık gözle görülür hale gelmiştir. İstibdad cephesinin kanatları arasında son aylarda parlayan çelişkilerin, Sedat Peker olayı da dâhil olmak üzere, bu yüzden bir miras kavgasının işaretleri olarak görülmesi mümkündür. Tayyip Erdoğan gibi kitleler üzerinde çok güçlü bir nüfuz kurabilmiş bir önderden sonra yekpare bir iktidar yapısı kurulması çok zordur. MHP-Soylu kanadı, Serhat-Berat Albayrak kanadı, Hulusi Akar-Hakan Fidan kanadı ve bugün biraz daha geri planda kalan çeşitli siyaset ve tarikat odakları Erdoğan’ın mirası üzerinde şimdiden başlamış paylaşım kavgasında, en başta faşistler olmak üzere darbe, iç savaş, yaygın katliamlarla darbe ortamı yaratma gibi yönelişlere girebilirler. Başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi halkın bu tür meşruiyet dışı yöntemlerle mücadele için hazır olması gerekiyor. İşçi sınıfımız faşist bir darbe ya da iç savaş girişiminin ne kadar vahim bir gelişme olacağı gerçeğini kavramalıdır. Devrimci İşçi Partisi, bu tür faşist ya da faşizan girişimler karşısında, işçi sınıfının mevzilerini korumak, başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere ezilen bütün toplum kesimlerini saldırılara hatta katliamlara karşı savunmak ve devrimci partinin varlığını ve sürekliliğini her koşul altında muhafaza etmek, koşullar elverdiği ölçüde işçilerin ve ezilenlerin cephesinin bu mücadeleyi kazanmasını sağlamak için ne gerekirse onu yapmaya kararlıdır.
- Türkiye’de gövdesini MHP’nin oluşturduğu faşist hareket geçmişten bugüne ırkçılık ve mezhepçilik yönüyle, keskin bir anti-komünist ideolojinin savunucusu olmasıyla bilinmektedir. Ancak faşist hareketin Maraş, Çorum katliamlarının yanı sıra 1 Mayıs katliamında da rol oynayan NATO mahsulü olan kontrgerillanın organik bir uzantısı olarak işlev gördüğü, patronların grev kırıcılığında koçbaşı rolü oynadığı, bu özelliklerinden bugün de bir şey kaybetmediğini işçi sınıfına anlatmak ve anti-faşist bilinci yükseltmek yakıcı bir görevdir. Bu görev işçilerin bencilliğe, bireyciliğe ve toplumsal sorunlara yönelik vurdumduymazlığa karşı milliyetçilik biçiminde kendisini gösteren ancak özünde toplumun çıkarını bireysel çıkarın önüne koyan, milleti çöküşe sürükleyen sermayeye ve ülkeyi zincire vuran emperyalizme karşı ilerici bir öfke barındıran tutumun (benzer bir dinamik kula kulluk etmeyi reddeden işçilerin tepkilerini İslami tutum ve refleks biçiminde göstermesinde de vardır), faşist manipülasyonlardan arındırılması sınıf bilinci ve siyasetine doğru ilerletilmesi göreviyle bir bütünlük arz etmektedir.
- Göçmen karşıtlığı, faşizmin Türkiye toplumunda var olan potansiyel etki alanının dışına taşan bir gelişme göstermesine uygun bir ortam sağlamaktadır. MHP, istibdad rejiminin dış politikasına angaje olduğu için göçmen karşıtlığında ihtiyatlı bir tutum izlerken, burjuva muhalefeti saflarında faşizmin meşruiyet alanı kazanmasında göçmen karşıtlığı ciddi bir rol oynamaktadır. Faşist hareket içinden çıkan İyi Parti’ye “AKP’yi geriletmek” savıyla meşru bir muhalefet partisi muamelesi yapan sosyalist solun ve HDP’nin bu gelişmede büyük sorumluluğu vardır. Nitekim göçmen karşıtlığı rüzgârı sadece İyi Parti’nin yelkenlerini doldurmamakta, Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan gibiler aracılığıyla CHP saflarında da faşizan bir ırkçılık gelişmektedir. Ümit Özdağ, Avrupa’daki ön faşist hareketlerin muadili bir partiyi ırkçılığa ve faşizme alan açan bu atmosfer içinde kurmuştur. Erdoğan ve Bahçeli’ye karşı muhalefeti düzen içi, parlamentarist ve kimlikçi bir perspektifle yürüten sosyalistler ve HDP, Millet İttifakı’ndaki müttefiklerinin göçmen karşıtlığına karşı yine kimlikçi bir tavırla karşı çıkmaktadır. Bu tavır sınıfsal çelişkilerin alabildiğine keskinleşmekte olduğu bir süreçte solu emekçi kitlelerden tecrit etmekte ve faşizan eğilimlerin düzen muhalefeti içinde etkinliğini arttırmasına neden olmaktadır.
- Faşizme karşı mücadele “aşırı sağcılığa” karşı bir solcu kimlik mücadelesi olarak görülürse, gericiliğin kaynağının sermaye düzeninde ve emperyalizmde değil kimlik olarak “Türklük”te ya da “Müslümanlık”ta olduğu zannedilerek hareket edilirse ve nihayet işçi sınıfının milleti sermayeyi tasfiye ederek kendi öncülüğünde yeniden kurma hedefi göz ardı edilirse etkin bir anti-faşist mücadele cephesi inşa etmek mümkün değildir. Faşizm kimlik mücadelesiyle değil sınıf savaşıyla yenilgiye uğratılabilir. Faşizmin iktidara ulaşmak için bir yöntem olarak kışkırttığı kardeş kavgası ancak sınıf kavgasıyla engellenebilir.
Ekmek ve hürriyet mücadelesinin dinamikleri
- Emekçi halkın istibdadın sultasını ve genel olarak düzen siyasetinin ablukasını kıracak gücü potansiyel olarak vardır. Bu gücün merkezinde emekçi halkın her şeye rağmen en örgütlü kesimi olan, mücadele olanak ve deneyimleri olarak en elverişli konumda bulunan sanayi işçileri gelmektedir. Tüm baskılara rağmen, özel sektörde ve sanayi dallarında sendikalaşma oranının küçük adımlarla da olsa artıyor olması bunun bir kanıtıdır. Çünkü bu artış yukarıdan gelen bir işaretle, işini koruma, terfi etme vb. saiklerle üye olunan yandaş belediye sendikalarında ya da “memur” sendikalarında görülen cinsten bir üye artışı değildir. Arkasında işgaller, grevler, direnişler olan bir mücadele vardır. Birleşik Metal-İş (DİSK) ya da Tek Gıda-İş (Türk-İş) gibi mücadeleci geçmişe ve sicile sahip bir dizi sendikanın eylemlerinden bahsetmiyoruz sadece. Bugün bu mücadeleler daha önce “sarı sendika” olarak değerlendirilen Türk Metal gibi sendikalarda dahi gözlemlenmektedir. 2015’in büyük fiili metal grevleri ve işgalleri Türk Metal’in sarı sendikacılığına karşı çıkmış, sonuçta bürokrasiyi yıkamasa da ileriye doğru itmiştir. Bugün en temel hak olan ve kağıt üstünde Anayasa ve yasalar tarafından güvence altına alınmış olan sendikalaşma hakkını kullanmak, işyerlerinde ve fabrikalarda kıyasıya bir ekmek ve hürriyet mücadelesine dönüşmektedir.
- Bu mücadeleler MESS sözleşmeleri gibi gündemlerde doğrudan sermayenin yanında grev yasağı kozu ile saf tutan istibdad rejimine karşı siyasallaşma potansiyeli göstermektedir. Grev hakkını grevle savunmak bugün metal sektörünü de aşan bir hürriyet seferberliğinin başlangıç noktası olacaktır. Yine “emeklilikte yaşa takılanlar” olarak bilinen son derece geniş bir kesim yıllarca ödedikleri sigorta primlerinin karşılığını isterken muazzam bir kitlesel gücü açığa çıkarmış ama istibdadın oyunlarına ve oyalamalarına yenik düşmüştür. Emeklilikte yaşa takılanlar için seçim dönemlerinde “oy deposu” olmaktan gelen gücün işe yaramadığı görüldü. Ancak aktif çalışan milyonlar üretimden gelen gücünü kullandığında ise durum değişecektir.
- Kamu emekçileri KHK’lar dolayısıyla iş güvencelerinin sadece iktidarın değil en alt kademe yöneticilerin dahi iki dudağı arasında olduğu muazzam bir baskı dönemi geçirmiştir. Pandemi sürecinde başta sağlık emekçileri olmak üzere, eğitim emekçileri ve tüm diğer kamu çalışanları fedakarlıklarının karşılığını göremediği gibi giderek yoksullaşmaktadır. Bu durumun yarattığı rahatsızlık ve öfke birikmektedir. Bugün siyasi ve kültürel olarak ayrışmış dernekler halinde sıralanan kamu emekçileri örgütleri, gerçek birer sendika gibi davranarak birlik içinde hareket etmeye yönlendirilirse, kamu emekçileri hareketinin üzerindeki ölü toprağının kalkması mümkündür.
- Erkek egemen ideolojiyle teçhiz olmuş istibdadın, sistematik kadın düşmanı politikalarına karşı kadınların gösterdiği direnç de emekçi halkın bağrındaki en önemli potansiyellerden biri olarak karşımızdadır. Emekçi kadınlar hem erkek egemenliğine karşı hem de fabrikalarda, işyerlerinde sömürüye karşı en öne çıktığında bu potansiyeli en etkin şekilde hayata geçirmektedirler. “Emekçi kadınlar en öne!” şiarını hayata geçirmek ekmek ve hürriyet mücadelesini zafere ulaştırmanın mutlak bir gerekliliği Devrimci İşçi Partisi’nin örgütlenme ve mücadelesinde benimsediği temel bir önceliktir.
- Gençliğin kendisini hiçe sayan ve geleceğini karartan istibdad rejimine karşı isyanı ufukta belirmiştir. Son dönemde Boğaziçi Üniversitesi’nde yükselen mücadele sadece bir işarettir. İstibdadın baskısı altında bunaldığı gibi ekonomik açıdan sürekli bir işçileşme tehdidi altında olan, önemli bir bölümü düpedüz kafa işçisi olan bir kısmı ise modern küçük burjuvazi içinde yer alan beyaz yakalılar, mühendisler, avukatlar, doktorlar, aydınlar vb. kesimlerdeki canlanma emareleri zaman zaman kendini göstermektedir. Barolar, TTB ve TMMOB gibi örgütler bu kesimlerin hürriyet mücadelesinin örgütlü ifadesini bulacağı alanlardır. Bu örgütlerde sınıf mücadelesini esas alan bir siyasal etki geliştikçe, bu örgütlerin temsil ettiği kesimler adım adım işçi sınıfıyla stratejik bir ittifak içine daha fazla girecektir.
- İstibdadın baskısını en çok hisseden, şovenizmin ve ırkçılığın tehdit ettiği Kürt halkı, mezhepçi bir iktidar altında nefsi müdafaa içinde olan Alevi toplumu sadece mazlum kesimler olarak değil aynı zamanda hürriyet mücadelesinin ve anti-faşist direnişin de en dinamik unsurları olarak görülmelidir. Devrimci İşçi Partisi’nin halklaşma perspektifi içerisinde Alevi toplumunun mücadele ve direniş birikimiyle buluşmak ve bu birikimi sınıf mücadelesi doğrultusunda seferber etmek temel amaçtır. Partimizin sınıf içinde mevzilenme çabası da elbette ister Türk ister Kürt, ister Sünni ister Alevi bütün işçileri örgütlemeyi kendine görev bilmektedir.
- Devrimci İşçi Partisi ezilen halk ve kesimlerin, kimlik politikası temelinde emperyalizmin ve düzen içi siyasetin suistimaline açık olduğunu tespit etmekte ve buna karşı uyarılarını yapmaktadır. Öte yandan emperyalizmden, sermayeden ve devletten bağımsız sınıf siyaseti şovenizme, ırkçılığa ve mezhepçiliğe karşı tavizsiz bir mücadeleyi gerektirir. Aksi takdirde bu suistimaller çok daha fazla etkili olacak ve işçi sınıfının ezilenlerle ekmek ve hürriyet cephesinde buluşması zorlaşacaktır.
- Emekçi halkın bağrındaki bu mücadele dinamiklerinin etrafında birleşeceği istikrarlı bir güç merkezine ihtiyacı vardır. Devrimci İşçi Partisi bu merkezin modern sanayi işçi sınıfı tarafından oluşturulabileceğini tespit etmektedir. Bu temelde örgütlenme perspektifini modern sanayi işçileri içinde stratejik mevzilenmek doğrultusunda yoğunlaştırmaktadır. Bu alandan yükselecek mücadeleler, emekçi halkın ekmek ve hürriyet talebinin en güçlü dayanak noktası olacaktır. Aynı zamanda siyasal durumun üreteceği yeni darbe girişimlerinden, faşist yükselişlere kadar, kardeş kavgasını körükleyen ve emekçi halkın tüm kazanımlarını tehdit edecek bir dizi gerici olasılığa karşı en sağlam, kapsayıcı direniş hattı da bu mevziden hareketle kurulabilecektir.
Ayrı gayrı yok birleşik işçi cephesi var!
- Ekmek ve hürriyet mücadelesinin merkezi gücü olan işçi sınıfı önce kendisini mücadeleden alıkoyan zincirlerini kırmalı ve daha sonra tüm toplumun emperyalizmin, sermayenin ve istibdadın zincirlerini kırmasına önderlik etmelidir. Bunun için işçi sınıfının saflarında birliği sağlamak için en kararlı mücadele yürütülmelidir.
- Başlangıç noktası hiç kuşkusuz işçi sınıfının saldırı altındaki hakların müdafaası ve işyerleri ve fabrikalar zeminindeki ekmek mücadelesi olacaktır. Saldırı altındaki kıdem tazminatı hakkının korunması, emeklilikte yaşa takılanların talepleri, işsizlik fonunun yağmalanmasına, vergi adaletsizliğine ve hayat pahalılığına karşı mücadele, grev hakkının grevle savunulması işçi sınıfının sendikal örgütlerinin konfederasyon ayrımı olmaksızın birlikte hareket etmesini gerektirmektedir. Bu tür bir birlikteliğin en yakın dönemdeki örneği 2000’li yılların başında mezarda emeklilik yasasına karşı tüm konfederasyonları (işçi ve kamu çalışanları ile meslek örgütleri dahil olarak) içine almış olan Emek Platformu’nun kapsayıcı eylemleridir.
- Sendikal bürokrasinin mücadeleye ket vuran tutumuna karşı Türk-İş bünyesinde kurulmuş “sendikal güçbirliği platformu” da, Gebze gibi işçi havzalarında örneklerini gördüğümüz “sendikalar birliği” türünden oluşumlar da yine aynı doğrultudaki deneyimler olarak karşımızdadır. Birleşik İşçi Cephesi’nin mantığı işçi sınıfının tamamını ilgilendiren yakıcı sorunlarda ortak hareket etmektir. Yerel bir işyerindeki grev ya da direnişe konfederasyon, sendika ayrımı gözetmeden hep birlikte sahip çıkmak da bu anlayışın bir gereğidir, göçmen yerli ayrımı yapmadan, kadrolu taşeron farkı gözetmeden her işyerinde ortak mücadele ve örgütlenme deneyimleri oluşturmak da… Nihayet kıdem tazminatına dokunmaya yeltenenlerin karşısına tüm konfederasyon ve sendikaların genel greviyle çıkmak da!
- Devrimci İşçi Partisi her düzeyde bu anlayışla hareket edecek, siyasi eğilim ya da konfederasyon ayrımı yapmadan, işçilerin örgütlendiği tüm sendikalarda (bir siyasetin kendi kadrolarından ibaret, dar bir uzantısı niteliğindeki sendikalar hariç) çalışma yürütecek, Birleşik İşçi Cephesi doğrultusunda mücadele edecek ve sınıfın saflarındaki herkesi ve her gücü ayrım gözetmeden bu mücadeleye çağıracaktır. Bu, ekmek ve hürriyet mücadelesinin istikrarlı ve güçlü bir merkeze kavuşmasının şartı olduğu kadar, hâkim sınıfların emekçi halkı bölmek için kışkırttığı kardeş kavgasını önlemenin, şovenizme, ırkçılığa ve mezhepçiliğe karşı kimlikçi değil sınıfsal bir direniş hattı örmenin de tek yoludur.
İşçilerin birliği! Halkların kardeşliği!
- Devrimci İşçi Partisi, Kürt sorununa elbette ki sermayenin sömürgeci çıkarları açısından değil işçi sınıfının ve emekçi halkın çıkarları, ekmek ve hürriyet mücadelesi açısından yaklaşır. “Başka bir halkı ezen halk kendisi de özgür olamaz!” Kürtlerin eşitlik ve kendi kaderini tayin etme talebi Türkiye işçi sınıfının değil sömürgeci sermayenin çıkarlarına aykırıdır. Her türlü ırkçılık ve şovenizm Türk ve Kürt işçilerini, emekçilerini, yoksullarını sömürgeci sermayenin ve işbirlikçilerin çıkarları doğrultusunda karşı karşıya getirmeye hizmet eder. Bu yüzden Devrimci İşçi Partisi, işçilerin birliği şiarını halkların kardeşliği şiarı ile birlikte yükseltmektedir.
- Bu mücadelede şovenizme karşı uzlaşmaz tutumumuzu korurken Kürt halkının güçlü şekilde desteklediği HDP ve başka Kürt siyasi hareketlerinin emperyalizmle, sermayeyle ve devletle ittifakına ve ittifak arayışlarına karşı mücadelemiz de devam edecektir. HDP ile ve HDP’ye iltihak etmiş sol yapılarla seçimlerde ve başka mecralarda ortak bir siyasal cephe içinde hareket etmeyişimizin sebebi budur. Ancak bu tutumumuz HDP’ye ve Kürt siyasetçilerine yönelik baskılara, seçilmiş belediyelere kayyım atanmasına, Kürt siyasetine ve halkına yönelik cinayet ve katliamlara karşı sesimizi yükseltmemize engel değildir ve olmayacaktır. Düzen siyaseti Kürt halkını bir oy deposu olarak, seçimlerin kaderini değiştirecek bir kitle olarak görüyor. Kürt siyasetinin önemli bir ağırlığı da aynı şekilde bu durumu bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Biz bu yaklaşımları tümüyle reddediyoruz! Devrimci İşçi Partisi, Kürt işçileri, yoksulları ve gençliği içindeki emperyalizme, sermayeye ve istibdada karşı mücadele dinamikleriyle buluşmayı ve bu dinamiği işçi sınıfının ekmek ve hürriyet mücadelesiyle buluşturmayı amaçlamaktadır.
- Bugün Türkiye göçmen ve sığınmacı sayısı bakımından nüfusuna göreli olarak dünya birincisidir. Bu göçmen nüfusun çoğunluğu, mülteci kamplarında insani yardımlarla yaşamını idame ettirmekten ziyade şehirlerde sanayi ve hizmet sektöründe işçilik yaparak yaşamaktadır. Göçmenler çocuk yaştaki kuşak da dahil olmak üzere Türkiye işçi sınıfının önemli bir bileşeni haline gelmektedir. İstibdad rejimi devasa boyutlara ulaşan bu göçmen nüfusu Suriye ve Afganistan başta olmak üzere Batı Asya, Ortadoğu ve hatta Afrika için bir enstrüman olarak değerlendirmektedir. Aynı zamanda bu nüfus göçmenleri sınırlarından uzak tutmak isteyen Avrupa Birliği’ne karşı güçlü bir koz işlevi görmektedir. Göçmen nüfus, gerek ucuz işgücü gerekse de yedek işsizler ordusunun unsurları olarak işçi sınıfı içinde aşağı doğru rekabeti körükleyerek sermayenin kârlılığını arttırmaktadır. Sermaye sınıfı ayrıca ekonomik kriz dolayısıyla artan sınıfsal çelişkileri göçmen karşıtlığı ile çarpıtma ve yozlaştırma olanağına da kavuşmaktadır. İşçi sınıfının nesnel çıkarları ise tam tersi bir noktadadır. Göçmen karşıtlığı rekabeti arttırır, halkların kardeşliği ise sınıf içinde rekabetin yerine birliğin güçlenmesini getirir. Göçmenlerin yerli işçilerle başta çalışma hakkı olmak üzere eşit hak ve koşullara sahip olması bu anlamda yine yerli-göçmen tüm işçi sınıfının ortak çıkarıdır. Devrimci İşçi Partisi, göçmen sorununa kimlikçi bir perspektiften, sınıf çelişkilerinden soyutlanmış bir insan hakları anlayışıyla yaklaşmaz. Göçmen karşıtlığını kırmanın başlıca yolu sınıf mücadelesini yükseltmektir. Göçmen ve yerli işçilerin kesiştiği her alanda ortak mücadele ve örgütlenme deneyimleri hayata geçirilmelidir. Ancak bu mücadeleler içinde sınıfsal öfke ve tepki çarpık ve yozlaşmış biçimlerden arınarak dosdoğru sermaye düzenine ve istibdad rejimine yönelebilir.
- Yerli ve göçmen işçilerin eşitliğinin en önemli ifadelerinden biri elbette ki vatandaşlıktır. 1917 Ekim Devrimi’nin kurduğu işçi devleti, mülk sahibi ve sömürücü olmayan her göçmeni vatandaşlığa kabul ederken sadece işçi sınıfının evrenselliğini ortaya koymaz. Kapitalist düzende emek arzı işçiler arasındaki rekabeti arttırırken, ücretlerin düşmesi ve işsizliğin artması sonucu doğurmaktadır. Çalışma hakkının dokunulmaz, iş güvencesinin sağlandığı sosyalist planlamada, kâr için değil ihtiyaç için üretim yapıldığından daha fazla işçi (yerli ya da göçmen) işlerin bölüşülmesi, iş saatlerinin kısalması, daha fazla üretim ve refah demektir. İçinde bulunduğumuz çağda göçmen sorununun gerçek ve nihai bir çözüme kavuşturulması ancak işçi sınıfı enternasyonalizmine dayanan bağımsız bir sınıf siyaseti temelinde ve işçi iktidarıyla mümkün olacaktır.
Hedef işçi emekçi hükümeti! Adres Devrimci İşçi Partisi!
41. Emekçi halkın tüm yaşamsal sorunları eninde sonunda siyasi iktidar sorununa bağlanmaktadır. “İşsize iş, herkese aş, emekçi halka hürriyet” ancak bir işçi emekçi hükümetiyle sağlanabilir. Mücadele yerel düzeyde başlar ama büyümeli ve merkezileşmelidir. Mücadele ekonomik, sendikal seviyede temel hakları savunma düzeyinde başlasa da talepleri ve hedefleriyle giderek genişlemeli ve siyasallaşmalıdır. Devrimci İşçi Partisi bugünün mücadelelerini işçi sınıfının siyasi iktidar hedefine bağlayan bir geçiş programı anlayışıyla mücadele etmektedir. Devrimci İşçi Partisi, mücadelenin seyri içinde taleplerini, sloganlarını ve siyasal taktiklerini sürekli güncelleyerek tek ve aynı hedef doğrultusunda yürüyüşüne devam edecektir. Bu hedef bir işçi emekçi hükümetidir! İşçi sınıfının ve emekçi halkın öncülerini bu program temelinde, ekmek ve hürriyet mücadelesini her düzeyde yükseltmeye ve Devrimci İşçi Partisi saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz!
İlgili yazılar:
-
DİP 6. Kongre Belgeleri (1): İşsize iş! Herkese aş! Emekçi halka hürriyet! Bağımsız sınıf siyasetinde, anti-emperyalizmde, enternasyonalizmde ısrar, stratejik mevzilenmede derinleşme, işçileşmede atılım!
-
DİP 6. Kongre Belgeleri (3): İşçi sınıfı enternasyonalizmi insanlığın kurtuluşu olacaktır!
-
DİP 6. Kongre Belgeleri (4): Filistin kaynıyor! İşçi hareketi ve sosyalistler dayanışmaya!
-
DİP 6. Kongre Belgeleri (5): Corç İbrahim Abdullah’a Özgürlük!
-
DİP 6. Kongre Belgeleri (6): Uluslararası mesajlar